Geçen iki yazımızda ‘okumak’ ve ‘dinlemek’ üzerine hasbihal ettik. Bugün de “Anlamak” üzerine yazmaya niyetlendik. Kelimemiz ‘idrak’ manâsında olan ‘an’ (nazal n ile) isminden türemiştir. Her ne kadar ‘an-mak’ fiiline benzese de, anlam bakımından yakınlık olsa da yapı bakımından biri diğerinden farklıdır. Biri isim, diğeri fiil kökenlidir. Sözlükte birçok manâsı çarşımıza çıkar:
- Bir şeyin ne olduğunu akıl yolu ile kavramak, akıl erdirmek.
- Bir şeyin gerçeğini, aslını duygu ve düşünce yolu ile idrak etmek, künhüne varmak.
- Sezmek, hissetmek.
- Öğrenmek, bilmek.
- Sorup öğrenmek, araştırmak, tahkik etmek.
- Kabul etmek.
- Bir kimsenin duygu ve düşüncelerini sezebilmek, hislerine katılmak, ortak olmak.
- Öyle kabul etmek.
- Zevk almak.
- Umduğu sonucu elde etmek, faydalanmak [Bu anlamda fiilin yalnız olumsuz ve soru şekilleri kullanılır].
- Bir şey üzerinde bilgi sâhibi olmak.
- (Bir şey, bir hal bir kimseye) Tesir etmek, hitap etmek.[1]
Sıralanan bu manâlara baktığımızda; bir mefhumu sadece dıştan bir değil, içten de o kavramın özüne varmak, bilmek, eski tabirle künhüne vararak bütünüyle tanımak üzerine bir anlam kesâfeti olduğunu görürüz.
“Ârif olan anlar” diyerek anlamanın ancak irfan ile bağlantılı olduğunu söyleriz. İrfanî tarafı eksik olan kişinin, anlamak gibi ilâhî bir lütuftan yoksun olduğunu ifade etmek isteriz. Zira Hz. Mevlânâ, (Rh.Al.) “Dinleyenin söyleyenden ârif olması gerekir.” buyurmamış mıydı. Bu sözle hem dinlemeye, hem de anlamaya vurgu yapmıştır. “Leb demeden leblebiyi anlamak gerek.”
Anlamak irfan gerektirir demiştik. Sözü biraz daha da ileri götürür ecdadımız; hâşâ huzurdan “E..k hoşaftan ne anlar” der. Anlayışsız insanların hangi derekeye düştüğünü veya hangi seviyede olduğunu söyler.
Hz. Mevlânâ (Rh.Al.) Mesnevî’nin dibâcesi sayılan ilk 18 beyitte:
Herkesî ez zann-i hod şod yâr-i men
Vez derûn-i men necost esrâr-i men
Sırr-ı men ez nâle-i men dûr nîst
Lîk çeşm-i gûşrâ ân nûr nîst
“Herkes kendi anlayışına göre benim yârim oldu. İçimdeki esrârı araştırmadı.
Benim sırrım feryâdımdan uzak değildir. Lâkin her gözde onu görecek nûr, her kulakda onu işitecek kudret yoktur.” der.
İçini mâsivâdan temizleyen kişi, karşısındakinin hâlinden anlar, sözlerinin veya durumunun idrâkine varır. Duyu organımız göz ve kulakla, görme ve duyma fiili vukua gelmez. Bu iki organ idrakten âcizdir. Duyularla olan anlamada sırlara vukûfiyet söz konusu değildir. Ancak maddi bir fiil gerçekleşir.
Hani bir fıkrasında;
Damdan düşen Nasreddin Hoca, ‘tabip çağıralım’ sözüne karşı, ‘bırakın tabibi, bana damdan düşen birini bulun!’ der. Anlama işinin ancak duygudaşlık haliyle olabileceğini söyler. Zor durumda olanın halini ancak o durumu iç dünyasında duyan bilir. Aslında anlamak da duymak değil midir? Nitekim usta şairimiz Yahya Kemal bir şiirinde;
“Yalnız duyan yaşar” sözü, derler ki, doğrudur
“Yalnız duyan çeker” derim, en doğru söz budur.
Evet, duyan yaşar… Duyan yaşar amma, yaşamak sathi kalır çekmenin yanında. Yaşama fiziki manaya da sahiptir. “Çekmek” ise hem maddî sıkıntıyı, hem de manevî sıkıntıyı yaşatır insana.
Yine geçen yazıya atıfta bulunacağız; dinlemenin öneminden bahsetmiştik. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de günahkârların dilinden söylenerek “Yine şöyle derler: “Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli ateştekilerden olmazdık.”[2] buyurulmaktadır. Anlamak, dinlemek ve kulak vermekle olur. Bunun sonucunda da akıl kullanılır ki bu da insanı tehlikelerden korur diyor sözü bağlıyoruz vesselam…
[1] Kubbealtı Lugati.
[2] Kur’an: Mülk, 67/10.