Damlalar düşerken bir bir neden hızlıca çarpmaz yüzümüze? Rahmet mi ıslatsın tenimizden de içeri gönlümüzü yoksa sadece ıslanmış saçlarımızdan mı görülsün yağmur?
Dışa vurum görünüşlerimiz yanıltır her seferinde, derinimizin yağmur dolmuş parıltıları saçılmayı beklerken oysa ki…
Değil midir ki O; her damlayı birbirinden ayrı koyan ölü toprağa filiz verdiren?..
Yağmur şardan akarken her an gözler açılmalı serin suyun uyandıran etkisiyle. Ekinler bitecekse zeytin ağacı olsun ilk filiz. Yüzyılları aşan kökleri her sene meyvesini birer damla aldığı yağmur ile vermekte. Bulunmaz bir kandilin fitilini yakar da yağının kokusuna cânlar feda edilir. Bir hurma olsun sonrası kudretli bir toprakta yetişsin her ağaç. İnsana benzerdir ne sıcaktan eğer başını ne de sudan ayırır kökünü… Ve devamında üzüm… Çekirdeği küçük lezzeti bol… Senede bir kez meyve veren üzüm budanmadıkça yapraklarını yeşertmez ağustos sıcağına.
Peki değil midir O; yağdırdığı yağmuru dilediğine veren dilediğine derya sunan?..
Hakikat yağmurdur aşkın feda edilmiş kurbanlığına. Nice erlerin cân suyu şaraptır. Kalbi diri tutan öz suyu yeşilin canlılığında hayattır içmesini bilene.
Ve bir emir ile toplanmış bulut, rüzgara teslim hâlini sürdürür hiç kızmadan. Savrulduğu diyarlara yine yeşilden bir parça verir çünkü. Her katreye cân olan yağmur verdikçe azalır yükünden, toprağa o taze kokusu yayıldıkça bağlar tek düşünceyi birbirine.
Rahmet pınarının damlaları yağarken korkma erimez SEN, yalnızca eriyen “ben” olur. İlim ile sulanan ben dağını ezer, kadim köklerin tohumunu eker. Keşfe çıkar bir yağmur tanesi kime konarsa ölü beden hayat bulur, tenden de içerisi toprak misali alçak gönüllü olur.
Anladım ki yağmur ilime ayna, kime yağarsa pür-i pak kalbi… Kalbin aynasından seyreyle kendini, ilmin pınarı yağmurdan tat bir damla… Çünkü tadarsan vazgeçmezsin, adı da “SEN” olur.
Peki ya SEN, yağmurda ıslanmayı istemez misin hâlâ?..