2017 yılı Türkçe yılı ilan edildi. Yıl bitti. Fakat ortada kayda değer bir faaliyet göremedik. Olanlar da bu mühim meselenin problemlerini çözme noktasında yeterli değildi. Böyle olmasının en mühim sebebi ise öncelikle dilimiz hakkında yeterli ve gerekli bilgilere sahip olamayışımız yahut bunları öğrenemeyişimizdir. Zira dil öğrenmenin kurumsal mekânları olan okullarda ana dil öğretiminde iyi sonuçlar alamıyoruz. Bence bunun sebebi de dili gramer olarak öğretme anlayışıdır. Oysa dili iyi öğrenmek o dille yazılmış edebi metinleri okumaktan geçer. Mevcut sistem bu anlamda başarılı değil ne yazık ki.
İkinci husus, yeterince ve gereğince bir dil bilincine sahip olmamaktır. Oysa dil, gerek fert gerek millet olarak bizim varoluşumuzun en önemli vasıtasıdır. Fakat zaman içinde yaşadığımız bazı olaylar bizi ana dilimizden çok yabancı dillere yöneltti. Fakat şunu unuttuk. Ana dil sevilmez ve bilinmezse bir başka dili de gereğince öğrenmemiz mümkün değildir. Daah da önemlisi ana dilden yoksunluk her şeyden yoksunluk demektir.
Bu iki husus, dil konusunda karşımıza bir hayli problemler çıkarırken internet, tv… gibi vasıtalar da dil üzerinde hayli olumsuz sonuçlara yol açtı. Giderek kelime hazinemiz daraldı. Kelimeleri düzgün telaffuz edemez, anlamlarına uygun olarak yerli yerine kullanamaz olduk. Bunun da yine temel sebebi nitelikli eserlerden kopmamızdır.
Bir başka husus ise millet olarak inançlarımız, düşüncelerimizi, duygularımızı ifade den kelimelerde meydana gelen anlam değişmelerdir. Dilimiz iyilik, güzellik, çalışma, gayret, saygı, sevgi gibi bizi inan ve millet yapan kavramlardan giderek soyutlanmakta ve seküler bir dile dönüşmektedir. Mesela bir kar yağışı bu seküler anlayışta rahatlıkla “beyaz felakete” dönüşebilmektedir. Yağmurun “bereket”, ekmeğin “nimet” olarak anlaşıldığı ve anlamlandırıldığı bir anlayıştan uzaklaştık.
Seküler dille mücadelede en önemli imkân klasik metinlerdir aslında. Ne var ki onlarda da durum aynı. Yunus Emre Divanı, Dede Korkut Hikâyeleri, Nasreddin Hoca Latifeleri, Battal Gazi Destanları maalesef yeni nesillerin ilgi ve bilgi alanında değil. Bırakın onları bir Ömer Seyfettin bir Yahya Kemal Türkçesine bile yabancılaştık. Oysa her millet yeni nesilleri klasikleriyle besler. Klasikler anne sütü gibidir. Çocuğun fiziksel gelişiminde anne sütü ne ise ruhsal ve düşünsel gelişiminde de klasikler öyledir.
Şunu dikkate almak zorundayız. Bir millet diliyle vardır ve varlığını onunla sürdürebilir. Bu konunun hassasiyetine dikkat ederek Türkçe konuşma ve yazmayı en hayati meselelerimizden bir olarak görmek durumundayız. Değilse bu gidişle George Orwel’in 1984 romanındaki felaketle karşı karşıya kalacağız demektir. Bu da kimlik kaybı, “mankurtlaşma” demektir.
Bu sebeple dil konusu en hassas olduğumuz mesele olmalıdır. Çocuğumuzun iyi derecede İngilizce, Fransızca öğrenmesinden kıvanç duyalım ama ana dilini nasıl kullandığına da dikkat edelim. Böyle devam ederse aynı dilin aynı kelimeleriyle konuşan fakat anlaşamayan bir topluma dönüşmüş olacağız. Bunun sonuçlarının ise hiç de iyi olmayacağı ortadadır. Şahsen bunu genç nesille konuşurken ben fazlasıyla görüyorum. Bu yüzden devlet, millet, öğretmen ve anne baba olarak çocuklarımızın dil meselesinin en hayati mesele olduğundan hareketle bu konudaki tutum ve davranışlarımızı değiştirmek zorundayız.