Düşünce temelli iki sistemi birbirinden ayrı düşünmek pek mümkün olmasa gerek.
Aklet vurgusunu tam kalbinde taşıyan felsefe ve tasavvuf kavramları insanlığın yaradılışından bu yana süregelen bilme, anlama, anlamlandırma ve kavrama dürtülerinin farklı isimler ile adlandırılmasından başka bir şey değildir.
Felsefe evreni anlamaksa felsefe, temel; tasavvuf insanı anlamaksa tasavvuf, temelin üzerinde inşa olmuş o muazzam bina oluyor.
Ve kainat insan olanın küçük bir kopyası ise eğer, temelin o muazzam binaya dönüşebilmesi için tasavvufa ihtiyacı var demektir.
O halde bu iki kavramı ayrı düşünmek veya birbirinden ayrı yerlerde değerlendirmek havsalaya sığmayacak kadar abesle iştigaldir.
Peki neden bu ayrıştırma çabası, nedir bu birbirinden ayrı görme telaşı?
Felsefenin ortaya çıkışı da insanın olanı ve olacak olanı anlamlandırma düşüncesi ile olmamış mıdır?
Yaratılan şeyleri anlamak, evreni nitelikleriyle ortaya koymak, doğa olaylarına çeşitli anlamlar yüklemek, doğanın çeşitliliğinden yaratılışa dair bir şeyler çıkarabilmek…
Ve nihayetinde hakiki anlama ulaşmak, anlamdan hayata dair bilgilerle donanarak “bilge” sıfatına kavuşabilmek.
Tasavvufun amacı da bu değil midir?
İ’nsana âlem nazariyesinden kendini öğretmek, kendini tanıtmak, kendindeki Rabb ile bir bütünlük sağlamasına yardımcı olmak ve sonunda âlemi İ’nsan da İ’nsan’ı âlemde bir araya getirmek…
O halde tasavvuf öz ise, felsefe bu özün simalarını anlamlandırma sistemidir.
Tasavvuf yaratılışın özünü kavrar.
Yaratılışın özünde olana duyduğu saygı ile İ’nsan olanı, yaradılışın asıl gayesini özümsemeye çalışır.
Evren İ’nsan bütünlemesinde bu iki temel kavramın yeri yadsınamayacak kadar mühimdir.
Felsefe ve tasavvuf düşüncenin temelini, özünü ve hikmetini çağlar boyu ifade kabiliyeti nisbetinde ifade etmeye çalışmıştır ve çalışmaya da devam edecektir.