Hemen bütün mutasavvıflar şiir söylemişlerdir. Hatta çoğunun divan sahibi olduklarını görürüz. Onların şiirle bu denli ilgilenmelerinin elbette bir açıklaması vardır. Her şeyden önce bir derviş, coşkun ruh halleri içinde halden hale geçerken bu coşkunu ağırlığını şiirle hafifletmek istemiştir. Çünkü günlük dilin imkânları sığ ve dardır. Şiirinki ise öyle değildir. Şiirle bu coşkunun ne kadarı dile getirilebilir ayrı bir konudur ama o kadarı bile gönülleri şad ve irşad eylemeye yeter. Çünkü söyleyişler oldukça liriktir ve gönüllerde heyecan yaratır. Burada en çarpıcı örnek olarak Yunus Emre’nin, Eşrefoğlu Rumi’nin ve Niyazi Mısri’nin şiirleri hatırlanmalıdır.
Bir diğer sebep, onların şiire bir sanat gayesiyle değil bir hikmet sözü olarak bakmalarıdır. Onların şiire şiir demekten öte “hikmet”, “nutuk”, “nefes” gibi adlar vermeleri bu yüzdendir. Gayeleri tasavvufi hakikatleri şiir yoluyla saliklere öğretmektir. Şiir, bu gayenin gerçekleşmesinde mecaz, sembol, çok anlamlı anlatıma elverişlilik gibi özellikleri dolaysıyla anlatım türleri içerisinde en elverişlisidir. Bu sebeple şiir tarzındaki tasavvufi metinleri didaktik metinler olarak da görmek gerekir. Zaten bu özellikleri dolayısıyla dergâhlarda sohbet esnasında birer ders metni olarak değer bulurlar. Ya ilk söz olarak teberrüken zikredilir ve ardından şerhi yapılır ya da söylenenlerin daha tesirli olması için sözün sonu bir nutk-ı şerif ile bağlanır. Şiire bilgi ve hikmet özelliği yüklenmesi konusunda ise Ahmet Yesevi şiirleri hatırlanabilir.
Şerh dedik çünkü bu metinlerin çoğu rumuzlu anlatımlardır ve şerhe muhtaçtırlar. Bunu da ehil olan biri yapabilir ancak. Eğer şerh yapılmazsa yanlış manalara kapı açabilir. Bu yüzden mesela Yunus Emre’nin tamamen rumuzlara örülmüş olan “Çıktım Erik Dalına, anda yedim üzümü” ifadesiyle başlayan şiiri farklı kişiler tarafından farklı biçimlerde şerh edilerek şiire dair anlamlar ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Şerhe şu bakımdan da ihtiyaç vardır. Sufi şair, manayı açık etmez ve ancak ehlinin bunu anlamasını ister. Yunus Emre’ye; “Yunus bir söz söylemiş, hiç bir söze benzemez/Münafıklar elinden, örttü mana yüzünü” dedirten sebep de aslıdan budur. Hazret, kerameti ve basireti ile sonraki zamanlarda şiirlerinin başına neler gelebileceğini görmüş olmalıdır ki böyle bir beyti söyleme ihtiyacı duymuştur. Nitekim zaman onu haklı çıkarmış ehl-i zahir, onun pek çok şiirine de bu gözle bakarak dine aykırı şiirler hükmünü vermiştir. Oysa mana örtüsü açıldığında durumun hiç de öyle olmadığı görülecektir.
Şerh meselesinde şunu da söylemek gerekir. Bugün bu şiirler genel okuyucu tarafından sadece okunan metinlere dönüşmüştür. Oysa gelenekte bu şiirler, biraz önce de söylediğimiz gibi sohbet meclisinde şerh yapabilecek ehliyetteki zevat tarafından okunan, şerh edilen metinlerdi. Diğerleri ise bunları dinlerler, gerektiğinde sorularla şiirdeki mananın daha açık haline gelmesi sağlanırdı. Bugün de bu metinlerden istifade edebilmek için okuma biçiminin bu şekle dönüşmesi gerekmektedir. Ama zaman tekli okumaları da beraberinde getirdiği için bu tür okumalar tercih edilmese bile yine de yapılabilir. Zira herkes nasibi ve kavrayış gücüyle orantılı olarak yine de bir şeyler anlayacaktır.
Tam da bu noktada bazı isimler zikredelim ki kimleri okumalıyız sorusunun cevabı da verilmiş olsun. Bu geleneğin ser-çeşmesi Türkistan sahasında Ahmet Yesevi, Anadolu sahasında ise Yunus Emre’dir. Yunus Emre ise bu topraklarda adeta bir şiir mektebi kurmuş, pek çok sufi şair bu mektebin talebeleri olarak onun yolunda şiirler söylemişlerdir. Bu bağlamda liste hayli uzar ama en azından Niyazi Mısrî, Sinan Ümmî, Eşrefoğlu Rumî, Hacı Bayram Veli, Aziz Mahmur Hüdaî, Sunullah Gaybî gibi isimleri anmış olalım. Çok şükür ki son yıllarda bu tür isimlerin divanları kütüphanelerin tozlu raflarından çıkarılarak bugün dil ve alfabe özelliklerine göre yayına hazırlanmış vaziyettedir. Geriye bizim bu eserlerle buluşmamız kalmıştır. Bu eserlerin ister lirik ister didaktik tarzda tasavvufi hakikatleri anlattıkları düşünülecek olunursa onlara ne kadar ihtiyacımız olduğu da ortadadır. Seküler, pozitivist ve materyalist anlayışların bütün insanlığı tehdit ettiği bir zamanda mutasavvıfların şiirleri birer ab-ı hayat hükmündedir.