Ülkemiz artık ilân edilmiş bir savaş ortamında iken tasavvufun inceliklerinden, nefsin hallerinden, aşktan-meşkten söz etmek, tasavvufun artık “arkeolojik bir materyel”e dönüştüğü eleştirilerine hak kazandırır. Buna yol açamamak için tasavvuf tarihinde, Allah yolunda cihad konusunda beni çok etkilemiş iki isimden birisi olan Necmüddin Kübra’dan söz etmek istiyorum. (Diğer isim Kafkasya’da Ruslara karşı 25 yıl süren bir cihadı sürdürmüş olan Şeyh Şamil’dir. Bir başka yazıda ise ondan söz etmek isterim.)
Türk dünyasında yaşayan tasavvufi hayatın “insana yönelik” ve ” aksiyoner” karakteri ile asırlarca sosyal hayatın tam ortasında yer aldığı; hattâ, yönlendirdiği bilinir. Mistiklerle ilgili genel kanaatin aksine Türk sufisi “pasifist” temayülleri olan bir derviş değil; tesbih çekebildiği kadar kılıç da çekebilen, gönülleri olduğu kadar kaleleri de fethedebilen bir “mücahid”dir. Bunun en güzel örneğini gösterenlerden birisi kabri bugünkü Türkmenistan’da bulunan Türkistanlı şeyh ve adıyla anılan Kübreviyye tarikatının kurucusu Necmüddin Kübra’dır.
Orta Türkistan’da, Aral gölü civarındaki Harezm bölgesinde 1145’de doğan Necmüddin Kübra, doğduğu bölgedeki eğitiminden sonra, önce Mısır, daha sonra da Tebriz ve Nişabur’da hadis, fıkıh, kalem gibi İslam’ın zahiri ilimlerini tahsil etti. Tebriz’de iken tasavvufi düşünce ile karşılaşan Necmüddin Kübra olgunluk döneminde tamamen tasavvufa yöneldi ve nihayet doğduğu topraklarda irşad ile görevlendirilerek Harezm’de irşad ve tebliğe başladı.
“Velitraş” (veli yontucu) namıyla tanınan Necmüddin Kübra himmeti büyük bir mürşiddir; bu lâkab O’na da himmeti ile her bağlısını kısa sürede vuslata erdirmesi sebebiyle verilmiştir. Rivayetlere göre coşkulu bir sûfî olan Necmüddin Kübra, vecd halinde iken bakışları kime ulaşsa manevi derecelere ulaştırırdı. Bir rivayete göre bir gün dostları ile zikir halkasında otururlarken bir kartalın bir serçeyi pençesine almakta olduğunu gördüler. Hazret-i Şeyh’in nazarı ilişen serçe kartalı kanadından tutarak yere çaldı. Bu vakayı işaret eden Yunus Emre tasavvufi remizlerle dolu bir şiirinde:
“Bir sinek bir kartalı
Salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir
Ben de gördüm tozunu.”
sözlerinde Necmüddin Kübra’nın himmetinin büyüklüğünü işaret etmektedir.
Az sonra okuyacağınız şehadetine kadar ülkesinin manevi başbuğu olarak yaşayan Necmüddin Kübra, Türkistan’daki en verimli İslami merkezlerden olan Harezm bölgesinde tasavvufî geleneğin sarsılmaz bir şekilde kökleşmesini sağlamıştır. Bir rivayete göre Harezm bölgesinin en büyük âlimlerinden olan ve “Mefatih-ül Gayb” adlı şaheser tefsirin müellifi olan Fahrüddin Razi ile bir sohbetinde O’na “Hakk’ı ne ile bilirsin?” diye soran Necmüddin Kübra, Razi’den “Yüz kadar burhan (=delil) ile ” şeklindeki cevabı alır. Şeyh, cevaben “Delil bir konudaki şüpheyi gidermek içindir; Allah benim kalbime öyle bir nur vermiş ki, onun yanına asla şek ve şüphe yanaşamaz” der. Bunun üzerine devrin en ünlü tefsir âlimi olan Fahrüddin Razi, Necmüddin Kübra’ya bağlanır ve müridi olur. Böylece Harezm bölgesinde zahir ve batın ilminin iki zirvesi kavuşmuş olur. Harezm bölgesi o günden bu yana bütün Türkistan’ın en önemli ilim merkezi olarak varlığını günümüze kadar sürdürmüştür.
Kaynaklarda “Seyyid-ül Şüheda ve’l Evliya” (Şehidlerin ve Velilerin Efendisi) olarak da zikredilen Necmüddin Kübra’nın nitelikleri arasında “Kınayanın kınamasından korkmama” özelliği vurgulanmaktadır. Literatürde kullanılan deyimlerle ifade edersek, “cihad-ı ekber” (büyük cihad) olan nefs ile savaşı yapma azmindeki bir mürşid için daha kolay olan “cihad-ı asgar” (küçük cihad) yani Allah yolunda savaşmaktan geri kalmak, yüz çevirmek düşünülemez.
Necmüddin Kübra, Allah yolunda cihad etmek gerektiğinde nasıl davranılacağını, Harezm bölgesinin uğradığı Moğol saldırısında ortaya koyduğu dişe diş mücadelesi ile göstermiştir.
Bütün kaynakların ittifak ettiği şekilde Moğol küffarı ile cenk ederken şehid olan Necmüddin Kübra’nın şehadetini anlatan eserde: ” …Küffar Harezm’e geldiğinde Şeyh beraberlerindekileri bir araya topladı, 600 kişi kadardılar. Harezm Sultanı şehri terk eylemişti. Küffar sultanı yakalamak üzere Harezm’i kuşattığında Şeyh önde gelen müridlerini çıkardı ve “Tez kalkınız ve beldelerinize gidiniz, doğudan çıkan bu yalın ateş batıya kadar yaklaşmıştır ve bu bir büyük fitnedir ki ümmet içre onun misli görülmemiştir” dedi.
Buna karşılık bazı müridleri “Ne ola ki, Hazret-i Şeyh bir dua eylese de bu fitne Müslüman yurtlarından defolsa…”
Şeyh buyurdu ki: “Bu bir hükm-ü kazadır ki def’i mümkün değildir.”
Bunun üzerine hep beraber Horasan taraflarına çekilmeyi teklif ettiklerinde Şeyh buyurdu ki: “Ben burada şehid olmak dilerim ve bana başka yere gitmeye izin yoktur.”
Müridlerin bir kısmı Horasan taraflarına doğru yöneldiler. Şeyh ardakalan müridlerini çağırarak “Geliniz, Allah yolunda O’nun ismini yüceltmek için savaşalım” dedi. Ve hanesine girip sağlamca kuşandı, önü açık bir hırka giydi ve her iki koltuğunu taş ile doldurdu; eline bir sapan alarak dışarı kâfirlerin karşısına çıktı hiç bir taşı kalmayana kadar küffâra karşı savaştı. Bu sırada kâfirler de Şeyhi ok yağmuruna tutmuştu. Bir ok mübarek sinesine dokunmuştu. Çekip çıkardı ve onun üzerine düşerek vefat eyledi. (1221) Derler ki “Şehid olduğu vakitte bir kâfirin perçemini tutmuş idi. Şehadetten sonra kimse onu Şeyh’in elinden kurtaramadı. Akıbet o kâfirin perçemini kestiler…”
Babası Bahaeddin Veled ve dostu Şems-i Tebrizî’nin mürşidi Baba Kemal Cendi’nin de şeyhi olan Necmüddin Kübra’nın şehadetine işaret eden ve bağlılığını Hazret-i Şeyh’e ulaştıran Mevlana Celâleddin-i Rumî, Divân-ı Kebir eserindeki:
“Kapıyı ört de şarap sun; senin için yüzleri sararıp solanların kızıl şarap içecekleri çağ geldi.
Onlar bir elleriyle halis iman şarabını içerler; öbür elleriyle kâfirin perçemini tutarlar.
Nerde bir çark dönüyorsa suyu biziz; nerde bir buhurdan tütüyorsa orda yanan ödağacı gene biziz.
Şu gök kubbenin ardında ay yüzlü bir güzel var; bütün yıldızlar onun yüzünün ışığından bezenmede.”
sözleriyle bu olayı ölümsüzleştirmiş oldu.
(Bkz. Mevlana; Divân-ı Kebir, (Aktarım: A. Gölpınarlı), T. İş Bankası yay., 7/1.cild, s.514)
Mevlânâ’nın babası Bahaeddin Veled ve Necmüddin Dâye gibi müridleriyle o yıllarda Türkleşme sürecini yaşayan Anadolu’da gelişmekte olan tasavvufi hayatı derinden etkileyen Necmüddin Kübra, Kübreviyye tarikatı yoluyla Türk yurtlarında kalıcı tesirlerini bugün de icra etmeye devam etmektedir.