Mülkü bekadan gelmişim, fani cihanı n’eylerim,
Ben dost cemalin görmüşüm, huri cinanı n’eylerim.
Vahdet meyinin cürasın, maşuk elinden içmişim,
Ben dost kokusun almışım, miski reyhanı n’eylerim.
İbrahim’im, Cebrail’e hiç ihtiyacım kalmadı,
Muhammed’im dosta gidem, ben tercümanı n’eylerim.
İsmail’im, Hak yoluna canımı kurban eylerim,
Çünkü bu can kurban sana, ben koç kurbanı n’eylerim.
Eyyub’layın şu maşukun çevrin tahammül eylerim,
Circis’leyin Hak yoluna çıkmayan canı n’eylerim.
İsa gibi dünya koyup, gökleri seyran eylerim,
Musa’yı didar olmuşum ben lenterani n’eylerim.
Derviş Yunus maşukuna vuslat bulunca mest olur,
Ben şişeyi çaldım taşa, namusu arı n’eylerim.
Tasavvuf günümüzde bir moda tabirlerine indirgenmiş, aslı itibariyle Kur’ânî hakikatleri bünyesinde barındıran ve âliyü’l âlâ bir makamı kişinin iç âleminde keşfetmesini sağlayan olağanüstü bir mekanizmadır.
İnsanın iç alemine olan tarikin bütünlük manasıdır tasavvuf. Yaşam biçiminin seçimidir. Bu seçim meşrep konumuyla da bütünleşmelidir. Tasavvuf tarik gerektirir, tarik ise meşrep ile uyum ister.
Hissediş ve akledişin iç içe olduğu her vakitte yeniden ve yeniden devredilen engellerinin yanısıra gittikçe uzayan bir yol olan ömrün ârifler eşliğinde sonuna doğru yürümektir.
Tasavvuf salt bir öğreti midir, sadece bir öğretiden ibaret midir?
Yoksa bir keşfediş süreci mi?
Ütopik bir dünyada hakikatin yansıması olan insanın etrafındakilere baktığı zaman gördükleri ona hakiki bilgiden haber verebilir mi, mutlak gerçek hakkında onu aydınlatabilir mi?
Tasavvuf gerçek anlamıyla bir öğreti olsa idi elbette dünya hayatı ona bilginin kaynaklarını sunacak ve her bir bilgi yavaş yavaş onu bilginin kaynağına doğru götürecekti. Halbuki tasavvuf bir öğreti olmaktan ziyade bir keşfediş kendini ruhunu, ruhunun esmasını bulma o esmayı içimizde açma genişletme ve geliştirme ile hâl edinme yaşamın içinde hayat bulma canlanma sürecidir. Yansılamaların seyri her kişide farklıdır. Düşünsel farklılıklar tasavvufu ezbere bir öğreti olmaktan ayrı kılar.
Bu yüzden tasavvufî bağlamda ortaya konan eserler birer öğreti olmaktan ziyade yaşayan kişinin serzenişlerini ve bunları hâl edinme sürecinde yaşadığı aşkı anlatır. Kişide var olan esma ilahi aşkın bütünlüğünü oluşturur. Her esma kişinin kendi kitabıdır. Bu aşkı hissediş kişiden kişiye farklılık gösterebileceği için tasavvufî eserler birer öğreti olarak görülmek yerine daha çok aşka cezbedici ve aşkın güzelliklerini sunarak muhabbete davetkâr nitelikte kıymetli vecizeler olarak kabul edilmelidir.
Dolayısıyla, günümüzde moda kısvesi giydirilmiş tasavvuf anlayışının yeniden şahlanabilmesi için geçmişin muhabbetini bugünün yeni sözleriyle harmanlamak gerekir. Kökünü geçmişten alan ama bugün üzerine yeni bir şeyler koyabilen bir tasavvuf anlayışı lazımdır. Bunun için yaşayan tasavvuf ehline çok büyük sorumluluklar düşmektedir. Farkındalığı sağlayacak olan şüphesiz ki hakiki bir ârif etrafında toplanmış ve kendi keşif yolculuğuna meşrep bütünlüğüyle çıkmış bugün yaşayan tasavvuf ehlidir.
Tasavvuf kitaptan öğrenilemeyeceği gibi geçmiş âriflerin düşüncelerini ifade ettiği satırlardan da tamamen ayrı değildir.
Bize göre toplumun kökeninde yatan temel problem de budur. Aslından uzaklaşmış bir toplumun kültürel değerleriyle birlikte yeniden ayağa kalkması için en önemli unsur İslâm Tasavvufu’nun hayat damarlarının içerisine yeniden nakşedilmesidir. Muhakkak ki dünya toplumlarının kurtuluşu öz benliğimizde saklı bulunan kişisel menkıbemizi hayata geçirebilmemizde saklıdır.
Şüphesiz yaşayan ve yaşayacak olan ârifanın yegâne hizmeti ve insanoğlunda ortaya çıkarmaya çalıştığı cevher budur.
Bu konuda belkide en önemli görev teknoloji çağının vazgeçilmezi olan medyaya düşmektedir. Nitekim ehli olmayan kişiler tarafından tasavvufun yanlış bir şekilde ifade edildiğine neredeyse her an tanık olmaktayız. Tasavvufun hâl eksenli bir hakikat olduğundan ziyade şeriat yönü üzerinde durularak tamamiyle aslından uzaklaştığını/uzaklaştırıldığını görüyoruz. Yazılan çeşitli kitaplarda her kişiye uygun esma telkinleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Haftanın günlerine yayılmış zikirler ve bu yayılım ekseninde çeşitli ritüellerle süslenmiş isteklere kavuşma arzusu hat safhada. Oysa tasavvufa duyulan ihtiyacın ana gayesi kâmil bir ârifin yönlendirmeleriyle şekillenen bir hayat üzere yaşamak ve kişisel menkıbemizi ortaya çıkarmaktır. Bu, yazılan kitaplardan öğrenilecek veyahut ehli olmayan kişiler tarafından yapılacak esma telkinleriyle olacak iş değildir.
Binaenaleyh an deminde yaşayan hakiki tasavvuf Erlerine her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır.
Yapılacak yegane şey kadir kıymet bilmeli ve toplumun kökeninde yatan bu sorunun çözümü için ehli nezdinde çözüm önerileri oluşturulmalı bir an evvel faaliyete geçirilmelidir.
Düşünce deryasından damlayan bir su olsa idi insan, tek damlası akana ömrü tükenirdi. Aklet hitabına mazhar olduğumuz her an akledişten ne denli uzak düştüğümüzün de bir göstergesi aslında. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen yaşam yüce bir varlığa inanmanın getirdiği değer ile birlikte ömür halini alır. Bu inanışın var olabilmesi ve kişide birtakım değişiklikler meydana getirebilmesi için mutlak surette bir yönlendirme gerekmektedir. Bu yönlendirme aslına rücu etmiş, halk içinde Hakk olmuş bir kâmil insan tarafından yapılırsa bir mânâ ifade eder. Tasavvuf literatüründe “mürşid” lafzıyla karşılık bulan bu mânâ insanı beşer gözlerin gördüğü kadarıyla yemek yiyen, dolaşan, uyuyan yani tüm insanlığın günlük aktivitelerini kendi de ifa eden zahiri görünümüyle bizlerden farkı olmayan biridir. Her ne kadar dışarıdan beşer gözle bakıldığında aynı gibi gözükse de işin mânâ boyutuna nüfuz edildiği takdirde aslında işleyişin tamamiyle farklı olduğu beşer göze aşikar olanın sadece bir perde olduğu ve bu perdenin ancak ve ancak mânâ gözüyle bakıldığında aralanabileceği gerçeği günyüzüne çıkmaktadır. Akıl, insanoğluna bahsedilmiş en yüce kudrettir. Gıdasını ruhtan alan ve bahşedilen güzellikleri akledişiyle ruhuna aksettirebilen insan, kâmil olma yolunda emin adımlarla ilerler. Öte yandan nefsin aldatmasına kapılan akıl ise kişiyi helaka götürür. Akıl nuru, muhabbetle beslendiği sürece ruha yücelebilme gücünü bahşeder. Çünkü aklın kişideki himayesi onu daima inanmaya ve bağlanmaya doğru iter. Bu bağlanma ve inanma süreci ehlinin elinde âlâ olur. Ki aklediş; ehlinin uzattığı ele tutunan kişide mânâ olur, hâl olur en nihayetinde aşk olur. Ancak teslimiyet adı altında hipnotize olmuş bir akıl, daha açmadan dalından koparılıp kurutulmaya mahkum edilen bir çiçeğe benzer. Sorgulamadan uzak bir yaşam, akli melekelerin hayatiyetini de nihayete erdirir. Nefs, dişli bir çark misali döner durur. Mürşid boşa çıkan dikenleri kendi bünyesinde eriterek kişinin hayatını idame ettirebilmesini sağlar. Mürşid ortadan kalktığı vakit çarkın dişlerinin nereye batacağı belli olmaz. Manevi terbiyeyi gerçekleştiren mürşid nefsin heva ve heveslerini tanır. Kişiyi baskın yönlerinden azad etmek için bir seyre çıkarır. Bu seyirde aklın neticesiyle ortaya bir hizmet doğar. Ruhun gıdası ise namaz, zikir ve oruç bütünlüğünde sağlanır. Bu seyirde mürşidin yöntem ve işleyişi kişide meydana gelen değişiklikler üzerinde kontrol mekanizması sağlayabilecek yegane kuvvettir. Bu yüzden sorgulamanın ötesinde “neden” sorgulayıcısını hayatımızdan çıkardığımız vakit “nasıl” düşüncesinin güzelliği tüm zerrelerimize yayılmaya başlayacaktır. “Neden” sorgusunda ego ön plandayken “nasıl” sorusu aklediş nurunu da beraberinde getirir. Senin planlarından öte kuvvetli bir mekanizmanın hayatını şekillendiriyor olduğu gerçeği oluşturulan sistemdeki ikilemlerini ortadan kaldırır. Sen ne kadar plan yaparsan yap hayat kendi seyrinde devam edecektir. Burada mühim olan yol ayrımına geldiğin vakit seni hayra doğru yönlendirecek bir kâmil er bulmandır. Yol ayrımındaki olması gerekene teslimiyet gönül çerağının fitilini ateşleyecek ve sana seni bulduracaktır. Nihayetinde akıl mekanizmasını seyrine dahil edip aklın erdiğini gönlünde murada ulaştırabiliyorsan mutlak huzuru bulmaya doğru yol almışsın demektir. O halde teslimiyet, tasavvufi manada gönlün huzuruna vesiledir.