İslam Tasavvufunda tevhid anlayışı, âlemde canlı cansız kategorisine karşı çıkar. En küçüğünden en büyüğüne kadar her şey canlı ve bilinçli kabul edilir. Zira insan, onlara karşı olan muamelesinden de hesaba çekilecektir. İnsan, bütün yaratılmışların dostudur.
Tasavvuftan kasıt yol (tarik) dur. İnsan tasavvufta kendi meşrebine göre yol bulmalıdır. Yolu bulduktan sonra da kişinin meşrebi yavaş yavaş ortadan kalkar ve orada veli ismi ile beraber dost olan mürşid tecelliyatı (bütünlüğü) başlar. Yani meşrebin yok oluşu ile kendisinin manevi dost oluşu meydana çıkar. Yönlendirici unsur ile beraber, koruyucu unsur devreye girer.
Nefsin diri, cânın haste… Var, mürşidden devâ iste
Gönülden gidilir dosta… Gel beri, yol öğredeyim… Eroğlu Nuri
İrşat kapısıdır dost kapısı. Eroğlu Nuri beri gelin, yolu öğreteyim diyor. Gönülden gidilir dosta, beri gel diyor. Lakin canını dost yoluna feda eden gelsin buyuruyor. Gerçek aşığın eğlencesi tevhittir. Esmayı darb eder kalbine. Değirmenin unu elediği gibi âşık Hu ismiyle döner, deveran eder.
Tasavvuf sevgisi ile tasavvufi ameli birbirine karıştırmamak gerekmektedir. Mutlaka sevgi ameli doğurur ama bazen de olmuyor. Tasavvufu herkes sevebilir. Mevlana’yı, Yunus’u, Niyazi’yi vs. kendi meşrebine yakın her evliyayı beğenebilir. Fakat örnek anlamında söylüyorum, Hz. Mevlana’yı sevmekle Mevlevi, yani yol ehli olunmuyor.
Gerçek âşık dost yolunda ün eyler, Darb-ı tevhîd ile bağrın hûn eyler
Değirmen dâneyi döğer un eyler. Derviş “Hû” der döner kâfir mi olur?
Yol ehli olabilmek için mutlaka bir kâmil mürşid bulup ona yönelmek, onu dost edinmekle, gönle girmekle, akmakla olur. Yol ehli olma konumu çok farklıdır. Burada veli, mürşid yani dost gereklidir. Tabi, bu durum bir nevi nasip işidir. Kişi tasavvuf yolunu çok sevebilir ama nefsini kırarak mürşid önünde diz çökemez. Her şeyi bilgide zanneder. Hâlbuki her şey cemaldedir, dosttadır, dostun gönlündedir. Dolayısı ile herkese açık olan bu kapı gönlü kapalılara açık olmaz. Tasavvufu sevip bir yola girmeyen kişi katiyen yol ehli olamaz. Yol ehli olmak, kişi meşrebine göre fikri hem de zikri (cerhi veya hafi zikir açısından) açıdan araştırarak bir tarikata girip, o tarikatın mürşidinin eline, eteğine tutunmakla, dost edinmekle olur. O mürşide saygı, sevgi içerisinde muhabbetle bağlanıp dosttan dosta, oradan yüce Dosta yürümekle olur…
Ki sonra dostına oldu mukarreb, Anun-çün buldı dosta kurb-ı akreb
“Ki sonra dostuna oldu yakın, onun için buldu dosta yakınlık.” Hz. Bahaddin Erzincani
Teslimiyetiyle oldu dosta yakın. Benliğinden sıyrılıp hiçliği giydi kılıf. Yâ Rabb, dedi cân; “Yoluna vardır beni, cemâline aşina eyle beni.” Rabb’den bir nida geldi; Ey cân, dedi Hakk. “Önce bir dosta varmalı, dost elinden Hakk iline yol almalı. Dostun yolunu kendine yol bil, cemâlini kendine rabıta eyle. Eğer gün gelir de saparsan yolundan unutma ki bir daha dönüşün olmaz o yoldan. Hakk tövbe edilendir amma dostsuz tövbe sahibini bulmaz. Hakk dostunu kıran Hakk’a yakınlık bulmaz. Eğer Hakk’a yakın olmak diler isen gel; sen de var bir dost eline, dostun gönlünde taht kur cemâlinde tebessüm eyle.”
Evet, canlar; ne sözler çare olur, ne de dilin dermanı olur anlatmaya, dostluğu… Aşuk, maşukunun yangınıyla bir çare seslenir O’na… Yâr… der. Bilir!.. Divaneye döndürebilecek tek sevgi O’nun içindir…