“Gizli bir hazineydim. Sevgiyle bilinmekliğimi diledim.”
Söze şimdi şu açıdan bakalım;
Cenab-ı Hak zatiyle mevcut olup ebedi ve ezeli bütün ulûm-ı tünün kendi zatında meknuz (gizli) iken sevgi rüzgârını estirir. O rüzgâr zat yani kendi gönlü.
Burada “derya” ise yaklaşımdır. Sevgi rüzgârı, onun gönlünü coşturuyor. Gönül coşunca, Allah’ın kelimatı o gönülde zuhur ediyor. Gönlünden dile geliyor. Dilde kalıplara giriyor. Harfleri, heceleri, kelimeleri, cümleleri, eserleri meydana getiriyor. Mana cevheri denilen öz varlığı dökülüyor. Bunların oluşumuna sebep olarak da Cenab-ı Hakk bu sevgi rüzgârını ortaya koyuyor. Bunun için aslolan sevgidir.
Cebrail (a.s) dinimizi öğretmek için Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.);
“İman, İslam, ihsan nedir?” diye sormuştur.
Peygamber Efendimiz bunları tek tek cevaplamış ve ihsanı “Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibadet etmendir” şeklinde tarif etmiştir.
Tasavvuf, iman ve İslam’dan sonra gelen yüce bir makamın adı olup aslında Kur’an’da nefis tezkiyesi şeklinde tarif edilen olgunun sistematize edilmiş halidir..
Bu sebeple tasavvuf kendisine bağlananları sevgiyle ihsan seviyesine ulaştırmayı hedefler. Hedef yüksek olduğu için sâlik farzlara ilaveten Peygamberimizin (s.a.v.) yapmış olduğu nafileleri de (muhabbetullah) yapmaya çalışır.
Bu sebeple tasavvufun alanı sevgi ve muhabbet ekseninde nafileleri yapmak AŞK’ULLUH dolu bir ihsan alandır.. HŞY