Zamanın birinde bir gün bir derviş, varmış mürşidinin huzuruna… Derviş, destur isteyerek “Sabır nedir?” diye sormuş mürşidine… Mürşidi susmuş. Derviş tekrar sormuş. Mürşidi yine susmuş. Derviş yine sorusunu tekrarlayınca mürşidi, “destur” demiş, kalmış ayağa… “Gel” sedasını ile derviş, mürşidinin peşi sıra başlamış yürümeye… Seyrinde varmışlar bir bahçeye… Bahçede dikenler içinde… Geçit kapanmış dikenlerle… Mürşidi ya Allah demiş girmiş dikenlerin içine… Geçip gitmiş. Derviş şaşmış kalmış bu işe… O da “ya Allah” demiş başlamış yürümeye her adımında bir diken batmış tenine, pes etmemiş derviş mürşidinin izini kaybetmek istemiyormuş. Dikenler battıkça daha da azmetmiş, battıkça daha da küçülmüş derviş… Bir müddet sonra dikenlerin acısını hiç hissetmemeye başlamış derviş… Varmışlar bir kapıya mürşidi ile ama dervişin her yeri kan revan… Kapının ne kilidi var ne anahtar girişi… Kapı, duvar misali… Mürşidi yürümüş girmiş kapıdan içeri… Derviş niyetlenmiş. Lakin bu sefer tereddütsüzce ve şeksiz şüphesiz bir hal ile ” Ya Hu” demiş yani “Sen’sin, Sen’dedir tüm dermanım” ve açılmış kapı görünmüş cemali mürşidinin… Derviş bu kapıda La ilahe ilallahın sırrını hatmetmiş Rabbiyle… Sonra ikinci kapı, üçüncü kapı der iken her kapıda daha da küçülmüş… En sonunda uyanan derviş… Açmış gözlerini mürşidi karşısında ve kendi sorusunu sorduğu an’da… Mürşidi demiş: Ey can! Uyanmanın sırrını anladın mı şimdi? Sabır… Sabır… Sabır…
Can’ın seyranında binbir türlü hal gelir başına… Gerek dışsal gerekse içsel mânâda… Her geleni eyvAllah ile karşılar, sabır hırkasına bürünüp tutarsa mürşidinin (Rabbinin) elini tenine batan dikenler sadece onu uyandırmak içindir. Uyanış; Kendine… Aslına… Rabbine… Can, aşk şerbetini diler, muhabbet tatlısının müptelası olunca ne diken görür ne engel… Varı yoğu aşkıdır, gözü tek bir merkeze odaklanmıştır. Hani derler ya maşukun kestiği kılıç aşığı acıtmaz. Meşke düşmüş aşığın gözü kör olur. Gözünün körlüğü dünyalığadır. Dünyadan, etrafından gelen her şeye gözü kör, kulağı sağır olur. Onun tek duyduğu Sen, tek gördüğü Sen olmuştur. Hakk’ıyla tüm kapıları geçer. Sabır hırkasını himmet kalkanıyla daima kuşanarak…
Alemde bast ve kabz halleri daima vuku bulur. Alem bir daralır, bir genişler. Genişlemek için önce kabına sığmaz hale gelir ki ortaya çıkan enerji bir anda patlar ve genişleme olur. Depremleri düşünelim. Yer kabuğunun sarsılarak genişleme refleksidir aslında… Alem böylesi bir hareket halindeyken can, insan da böyledir. Ağzına aşkın balı çalınmış salikin kabz ve bast hali daimidir. Kabz haliyle sıkıntıdan, durgunluk sürecinden geçer ki bu süreçte sabır hırkasına bürünmelidir. “Ne gelirse Sen’dendir” idrakiyle… Lakin bu süreç öyle sancılıdır ki himmet daima üzerine sayeban olmakla birlikte bir haldaş ile kolay eylenir. Can, kabz halinde haldaşı ile muhabbete sarılır ise o zaman sancısı hafifler gönlünde… Hz. Muhammed, Hz. Ali ile… Hz. Musa, Hz. Harun ile… Hz. Ali, Hz. Fatıma ile… Hz.Hızır, Hz. Ilyas ile… Hz. Zekeriya, Hz. Meryem ile haldaştır. Muhabbet halinde haldaş ile yol alır isen o vakit bulunur ab-ı hayat… Vuku bulur Bast…
Şimdi ey can! Seni bu yolda yolundan, aşkından geriye koymak isteyen eşkiyalara mı kulak verip yenilirsin, yoksa haldaşına sarılıp Rabb’indeki ab-ı hayatına mı varırsın? Sen her daim yol ayrımlarını yaşayacaksın, yanından haldaşını, gönlünden Sultanını eksik eyleme ki yönün şaşmasın!
EyvAllah, evvel Allah… Muhabbetle… Aşk ola…