Yeni bir gazete çıkıyor; YÂBENDE… Ne demek Yâbende. Bulan, arayan, bulucu mânâlarına gelmektedir. Farsça “Yab” (bulmak) köküne ism-i fâil eki olan “ende” eklenmesiyle ortaya çıkmış bir kelime. Bu söz bana Hz. Pîr Mevlânâ’nın bir sözünü hatırlattı; “Arayan bulur; Bulanlar yalnız arayanlardır.”. Çok güzel bir isim, bu ismi bulanlara ve koyanlara teşekkür ediyoruz. Ayrıca bu gazetenin çıkmasına vesile olanlara başta Hasan Şükrü Yayıntaş Beyefendi, Sühendân Erdin Hanımefendi ve Genç Tasavvufçuları Destekleme ve Geliştirme Derneği mensupları ve gönüllü çalışanlarına da teşekkür bizlere vaciptir. Hayırlı olsun. Bu gazete birçok şeyin bulunmasına, görülmesine okunmasına vesile olacaktır inşallah.
Ne yazayım diye düşünürken eşim, okumak üzerine yazabilirsin demişti ve bu konuda yazmaya karar verdim. Okumaya, dinlemeyi de ekleyeyim dedim. Gazetenin ismi hatırımıza gelmemişti. Yazıya başladığımda okumak ve bulmak arasındaki mânâ sonucu da ortaya çıktı. Bu bir tevafuktu. Neyse biz konumuza dönelim.
“Oku” emri Allah’ın Cebrâil (a.s.) vasıtasıyla Resûlüne verdiği ilk emir. Peki, Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri okumayı öğrendi mi? Peygamberliğin gelişinden diğer âlem-i bekâya yürüyüşüne kadar yirmi yılı aşkın bir süre geçti. Efendimiz ümmî bir halde diğer âleme yürüdü. Alfabeyi öğrenmedi. Bu durumda hâşâ Allah’ın sözünü yerine getiremedi mi? Yoksa “oku emrinin bir başka mânâsı mı vardı? Etrafına bak, gördüğün olayları oku, analiz et, yorumla mânâsı mı vardı “oku” emrinde? Bize göre Efendimizin (s.a.v.) okuma öğrenmemesi hasebiyle ikinci mâna ağırlık kazanmakta.
Neyi okuyacağız? Evrenin hareketini, kelebeklerin uçuşunu, güneşin doğuşunu, çiçeklerin açmasını, kedinin miyavlamasını… Kedinin miyavlaması dedim de Zencanlı Ahi Ferec (r.a.) Hazretleri’nin kedisi aklıma geldi.
Hazret’in sürekli misafireri vardı. Müridleri, dostları ziyaretine gelir, o da misafirlerine ikramlarda bulunurdu. Yemek hazırlanırken kedi çağrılır, mutfağa gelen kedi ne kadar miyavlarsa dergâhtaki aşçı da tencereye o kadar su koyardı. Kedinin her miyavlaması için bir bardak su konurdu. Bir gün yemek hazırlandı, misafirler beklenmeye başlandı. Bu defa hesap tutmadı, tencereye konan su miktarından bir fazla misafir gelmişti. Herkes şaştı kaldı. Biraz sonra kedi misafirlerin yanına geldi ve onları teker teker kokladı. Gelen misafirlerden birine farklı bir muamelede bulundu. Anlaşıldı ki o kimse bir gayr-i müslimdi.
Günlerden bir gün, aşçı sütlaç yapmak için kazanı süt doldurmuştu. Bir zehirli yılan gelerek aşçının fark etmesine fırsat kalmadan kazanın içine girdi. Kedi kazanın etrafında miyavlamaya ve feryat etmeye başlar. Kedinin bu halinden kimse bir şey anlamadı ve “pist” deyip oradan kovaladılar. Fırsatını bulan kedi ok gibi yerinden fırladı ve kendini ateşin üstünde kaynayan kazanın içine attı ve öldü. Kedi öldüğü için kazandaki süt murdar olmuş ve yemek de haram durumuna geçmişti. Çaresiz sütlaç dökülecekti. Dökerken bir de ne görsünler, kazandan zehirli bir yılan da çıkmasın mı?
Şeyh Efendi, kendini dervişlere feda eden kedinin yıkanıp kefenlenmesini ve kabre konmasını istedi.
Etraftaki dervişler kedinin miyavlamasını eğer okusalardı kediciğiz kendini feda etmeyecekti. Hayatta gördüğümüzden duyduğumuzdan ders alıp okumamız gerekir kanaatindeyim. Ders alınacak, mânâ çıkarılacak bir yığın olay etrafımızda olmakta ve bizler o olaylara bigâne kalmaktayız. Unutmayalım ki İslâm’ın ilk emri “oku”dur.
Hocam Çok Teşekkür Ederim.Çok Güzel ve Uyarıcı Aydınlatıcı Bir Yazı.Kaleminize Sağlık.M.Reşit Ürper
Muhterem efendim nefesinize kaleminize sağlık. Hayırlı olsun inşallah selam ve hürmetlerimiz ile….
Cok anlamli hocam Allah sizden razi olsun bu arada yeni gazatemiz hayirli olsun selam ve dua ile…