Tasavvuf batıni bir ilim olmakla beraber aynı zamanda bir yaşam tarzıdır. Ve insanlar üzerinde hoşgörüyü hâkim kılmıştır. Tasavvuf Yunus’un ‘Yaratılanı severim yaradandan ötürü.’ felsefesinden hareketle tüm insanlığı kucaklamıştır. İnsanlar tasavvuf sayesinde barış ve huzur içinde yaşamaktadır. Tasavvuf ilk İnsan’dan beri var olsa da İslam tasavvufu Kur’anı Kerim ile başlar. Hz. Peygamber ve Kur’an’nın gelişiyle öz ve ruh olarak ortaya çıkan tasavvuf zamanla gelişme göstermiştir.
Zahiri ve Batıni ilimler birbirinden ayrı şeyler değildir. Zahir ve batın bir paranın iki yüzü gibidir. Birbirini tamamlayıcı mahiyette oldukları için iç içe bulunurlar. Sahabe ve dört halife zamanında zahir ve batın gibi bir ayrım olmamasına rağmen ilerleyen zamanlarda bu anlam ayrı kavramlarla isimlendirilmiştir.
Tasavvufun en önemli hareketlerinden birisi zühd’dür.
Zühd: Maddi ve manevi değerleri karşılaştırırken manevi değerleri üstün tutmaktır. Manevi değerlerin her daim üstün gelmesidir. Böyle bir hayat yaşayan kişiye ise zahid denilmektedir.
İhsan: Allah’ı görüyormuş gibi ona ibadet etmektir. Biz onu görmesekte o her an bizimledir. ‘Allah ihsan ehlini sever.’ (Âl-i İmran.) Tasavvufta böyle insanlara yani ihsan ehline ‘veli’ adı verilir.
Allah sonsuzluğu ifade eder. Bunun içindir ki tasavvufta bir son yoktur. Sürekli devam hali vardır. Tasavvuf ehli bir insan ben en üst mertebeye eriştim artık benim işim bitti diyemez. Her ne kademeye gelinirse gelinsin nefs insanın yakasını bırakmayacağı için kişi geldiği makamda benlik davasına düşebilir. Erenlerde ve Velilerde de nefs mücadelesi vardır. Ancak bu makamlara gelmiş kişilerin nefsleri onları yönlendirecek noktada kuvvetli değildir.
Tasavvufun belirli bir yaşama tarzı yoktur. Tarikattan tarikata farklılık gösterir. Bu farklılığın sebebi ise insanların meşrebine, yaşayışına ve fikriyatına göre ayrı ayrı tarikatların doğmasıdır. O yüzden bir çok tarikat vardır ve bu tarikatlardaki usul birbiri ile uyuşmamaktadır..
Sekr: Manevi, dini ve tasavvufi sarhoşluktur. Dervişler aşkullah kadehinden içilen muhabbetle sarhoş olurlar. Sahr: Sarhoşluk halinden çıkıp kendine gelme halidir. Eğer cem’den sonra fark hali olur ise yani o manevi sarhoşluktan çıkıp tekrar halk ile olabilirse bir kişi en yüksek makama ulaşmış olur. Bu hal içinde olanlar ise hiç şüphesiz ki veliler ve mürşidlerdir.
Bir insanın kendini bilmesi ve o yolda ilerlemesi çok mühim bir şeydir. Allah’a giden yollar çok fazladır. Bazı sufilere göre gökteki yıldızlar kadar, bazılarına göre ise yeryüzündeki nefes sayısı kadar Allah’a ulaşma yolu vardır.
Tarik-i Ahyar; Allah’a ibadet ederek ulaşmak isteyen kişi. Tarik-i Ebrar; Nefs ile cihad eden, nefsini körelterek Allah’a ulaşacağının idrakinde olan kişi. Tarik-i Şuttar; Aşkullah ve muhabbettullah mertebeleriyle hemhâl olmuş kişidir.
Niyaz-i Mısri, Şeyhi Ümmi Sinan’ın desturu olmadan konuşamazdı. Bir gün Şeyhi’nin verdiği konuş desturu ile konuşmaya başlamış. O günden itibaren haklı bulduğu her şeyi savunmuş, devlet erkânına dahil çekinmeden doğru bildiklerini söylemiştir ve her ne pahasına olursa olsun söylediklerinin arkasında durmuştur.
Niyaz-i Mısri diyor ki; ‘Özgür olmak için zindanı terk etmek gerekir.’
Burada ifade edilen zindan kişinin benliğidir. Benlik tevhide ulaşmayı engeller. Benliğinden sıyrılamayan, Sen deyip de eyvallah demeyen, kendini üstün tutan bir derviş özgür olamaz. Özgürlük bu yolda ilerledikçe büyür, büyüdükçe ilerletir seni yükseltir. Özgürlüğün hakikatine varan bir kişi özgürlükte birlikten başka bir şey görmez. Özgür olmak için sırtında ki yükleri hafifletmen gerekir. Yüklerinden kurtulmadıkça yakınlaşamaz, yakınlaşamadıkça da hep uzak kalmaya mahkûm olursun.
İstemekle bulmak arasında çok büyük fark vardır. İsteyen kişi bulmak için çabalarken bulan kişi özgürlüğün, aşık ve maşukun hakikatini keşfeder. Bu hakikati keşfeden kişi ise cemâlin idakine varmış, onun hâli ile hallenmiştir. Bir nevi kendini unutmuş, Hakk ile bir olmuştur.
Halvet kelime olarak yalnız kalmak, herkesten uzak bir yere gidip orda tefekkür ile meşgul olmaktır. Fakat Halvetiler devamlı halkla birlikte, halkın içindedirler. Onların yapmak istedikleri halveti gönül dünyasında gerçekleştirebilmektir. Bu yüzdendir ki Halvetilikte gönül ve ruh eğitimi çok önemlidir.
Tevhid, Vahdet-i Vücut, Seyr-i Sulûk ve marifetullah anlayışının yanı sıra Niyaz-i Mısri’nın varlık anlayışının bir uzantısı da siyasi anlayıştır.
Niyaz-i Mısri Fatiha’nın Tefsiri adlı eserinde bir sultan nasıl olmalıdır? Adalet nedir? Sultan, toplum, halk ve bunlar arasındaki ilişkiler gibi siyasi açıklamalara yer vermiştir. Bu eserde cifir hesaplamaları önemli yer tutmaktadır. Cifir: Esma’ül hulüf. Kur’an harflerine numaralar verilerek Kur’an’da bulunan sırları açıklamak esasına dayanır.
Niyaz-i Mısri’nin Fatiha Tefsiri aynı zamanda bir siyasetname özelliği taşımaktadır. Bu siyasetnameyi Kavalalı Derviş Mustafa yazıya geçirmiştir. Bu eser Mısrî’nin Limni’ye sürgününden 10 yıl sonra yayınlanmıştır. Mısri bu eserin Selanik, Mısır ve İstanbul’a gönderilmesini istiyordu. Ve dervişlerinden bu tefsiri muska olarak taşımalarını istemekteydi. Tekke meclisinin de bir adalet meclisi olduğunu her konuşmasında vurguluyordu. Bu tefsir kriz zamanında yazılmıştır. Krizin üstesinden gelebilmek için savaştan kaçmamak gerektiğini ve bir sultanın her durumda adil olması gerektiğini vurgulamaktadır.
Adil olabilmek için üç tür münasebet vardır. Öncelikle Fatiha’nın manasının tahakkuk edilmesi gerekir. Daha sonra Fatiha’yı manasıyla tahallük edebilmek lazım gelir. Yani amel ve ahlak sahibi olmalıdır. Ve daha sonra Allah’ın dört ahlakıyla ahlaklanmak gerekmektedir. Adalet her mertebede Hakk ile hükmetmektir ve bunun en büyük temsilcisi Hz. Ömer’dir.
Şiir ve bilgelik bir nevi seyr-i suluk’tur. Hakikat Allah’ın realitesidir ve mutlaktır. Şairanelik tecellinin fark edilmesi sonucu ortaya çıkar. Şairanelikten kasıt ise zıtlıkları birbiriyle kaynaştırabilmek, bir bütün haline getirebilmektir. Hayrette bir şairanelik gizlidir. Niyaz-ı Mısri, ‘Kandedir’ şiirinde tecelli ve seyri suluk’unu anlatır.
(1-18)