Öylesine garip ve benlikli sorularla haşr olmuşuz ki bunca zaman. Öylesine boş sözler sarfetmişiz ve bu sözleri o kadar çok hayatımıza almışız ki. Sanki bizim bir parçamız olmuşlar ve doğruluğundan o denli emin olarak sarfediyoruz onları. Hakk’tan bî-haber, gönül âleminin ince neşvesinden çok çok uzakta söylediklerimiz. Farkında olmadan Hakk’ın işine karışıyor, Allah Azimüşşan’ın isteklerinin ve “ol” diyererek “oldurduğu” her şeyin önüne aslında bir ‘hiç’ olan kendi varlığımızı koyuyor, farkında olmadan öyle büyük sorgulamalara imza atıyoruz ki… Bu hususta çok sevdiğim bir tabir var: “Doğru bildiğimiz yanlışlarımız” öylesine çok ki…
Aslına bakarsak doğru bildiğimiz yanlışlarımızın bu denli fazla oluşu biraz da düşünce eksikliğimizden kaynaklanıyor gibi. Gerçekten ama gerçekten “Siz hiç akletmez misiniz?” nidası durmaksızın çınlıyor kulaklarımda. “Ne kadar da az tefekkür ediyorsunuz?”. Tefekkürümüz, düşüncemiz o kadar eksik ki… O’nun aşkına bir nebze koku olabilmek; kıyısından, köşesinden O’nun aşkına tutunabilmek hiç geçmiyor aklımızdan. Nedense O’nun varlığını hep yukarılarda arıyor, iç âlemimize gelip taht kurmasına hiç mi hiç müsaade etmiyoruz. Gönül sarayını ma’mur eylemeyip, elimizden geldiğince pencerelerine perde üstüne perde çekiyoruz. Bizim için varsa yoksa ‘nedenler’den yarattığımız, içine birazda endişe ve kaygı ekleyerek kuruntularla şekillendirdiğimiz bir dünya içine hapsettiğimiz kendimiz…
Biz insanoğlu olarak kendimizi kabullenişten çok, neden sorusuyla sorgulamaya o kadar odaklamışız ki… Dahi her daim karşı tarafı haksız görmeye kendimizi öyle güzel alıştırmışız ki… Şöyle geriye dönerek bir kendimizi tahlile başlasak, hayatımız boyunca yerli yersiz “neden” sorusunu ne kadar çok kullandığımızı göreceğiz.
Oysa gönülden bir kabulleniş ile, “neden” gibi bir sorgu ifadesi yerine “ne için” şeklindeki naif ve daha çok kendinde bir hata aramaya yönelik ifadeyi bir yerleştirebilsek hayatımıza.
Şükür ki günümüzde bizleri doğru bildiğimiz yanlışlarımızdan ayırarak hakikatte de doğru olan her ne varsa hayatımıza yerleştirme gayreti içerisinde olan gönül rehberlerimiz var.
“Nedeni” bırakıp “ne için” olgusuna odaklansak, başımıza gelen her türlü şeyi; kişilerin, Gönül Erlerinin bize karşı hallerini içimizde yer edinerek incelemeye alacak, bir nevi o yakıcı ateşle içimizdeki kandili yandırmaya muvaffak olacağız… Halbuki biz kendi bildiğimiz doğrularla yol almak için diretmekte, gönül rehberinin teslimlik kemeriyle ucunda bir taş başlı olarak bizi saldığı inci mercan dolu deryâda kolaylıkla dibe gitmek yerine yanlamasına çırpınmaktayız…
Neden demekle tekâmül süreci gerçekleşmez ki…
Tekâmül kabullenişle başlar ve hâle doğru seyrân eder. Ola ki sorgularsa kişi, geride kalır. Cenâb-ı Mevlam her ne varsa bizim için yaratmış, Âdem’i de kendisi için yaratmıştır. Kendisi için yaratmış olduğunun bir tekâmülde olması ve ezelden gelen temiz hâlinin yeniden kendinde vücut bulabilmesi için bir sınav mekanizması muhakak olmalı. Çünkü bu sınav mekanizmasına binaen gelişim başlayacak, neticede bu gelişim değişimi de beraberinde getirerek kişiyi ezeldeki nasibiyle müsemma kılacaktır. Başımıza gelen her türlü musibette gönülden, alâ bir ‘Eyvallah’ bizi bize öyle bir yakınlaştırır ki. ‘Muradım Sen’sin Ya Rabbim’ gayrı bizden izhâr olmaya başlar.
Bu bazı kişilerin tabiriyle, her türlü haksızlığa boyun eğmek; hiç bir şeye ses çıkarmamak veyahut hiç bir şey yapmamak demek değildir. Neyi ne için yaptığının bilincinde olarak ve daima Güzel’e meyleden bir nesildir isteğimiz… Çünkü Güzel’e meyleden, neden demez. Güzelin güzelliğinde mestân, seyrine hayrân bir şekilde dünya hayatı içerisindeki devrâna katılır… Aşk ile her gelene ‘Eyvallah’ her gidene ‘evvel Allah’ der…