Bir nidâ sıyırıp alıyor günlerdir süren zahirane yaşantının içinden.
Monotonlaşan bir düzen aniden kırılıyor ve bambaşka bir seyir alıyor.
Ve bir şey hatırlatıyor bu hissiyat:
“Evet, zahir var. Evet, zahiri işler sürekli olarak devam ediyor ve yoğun. Ama sen kaybolma!..”.
Ye’se kapılmadan ilerlemek yine senin elinde.
Çünkü o yüce kuvvet herkesin olduğu gibi senin de içinde…
Kırılıyor bir şeyler, parça parça siliniyor.
Sanki kalmıyor hiçbir şey eskisi gibi.
Daha net çiziliyor sınırlar bu sefer.
Olmaya davet ediyor.
Şimdiye kadar bildirilenin, gayrı olmaya sevk edilmesi yeni bir şeyleri de beraberinde getiriyor.
Çünkü bu nidâ ile anlaşılıyor ki, bilmek ile olmak bambaşka şeyler.
Artık bilmek doygunluk vermiyor, bilmek bir yere götürmüyor.
Amel gerekiyor.
Hareketlilik gerekiyor.
Cânlanmak gerekiyor.
Hele sen bir bildiklerini oldur diyor sanki.
O vakit,
“Bak hayy’at nasıl devrân ediyor.”
Bir düşün,
Yemek yapmayı bilmek neye yarıyor ki kalkıp yemek yapmadıktan sonra?
Kitabın kapağını açmadan okuyamayacağını bilmek neye yarıyor o kitabı açıp okumadıktan sonra?
Ya Mevlam?
O’nun yüce varlığından haberdar olmak neye yarıyor muhabbet yoksa?
Rabbimin “aklet” deyişini bilmenin ne faydası var akletmedikten sonra?
Dilin “şükür” demeyi bilmesinin ne faydası var kişi şükretmedikten sonra?
Sevginin varlığından haberdar olmanın ne gereği var ki o sevgiyle hemhâl olmadıkça?
Böyle uzayıp gidiyor cümleler de bir yazıp bin düşünmedikten sonra yazılanın ne mânâsı var?
Hâl olmayınca bir kuru kâl olarak kalıyor.
Kuru laf da sadece sözde kalıyor, öze hiç uğramıyor.
Devir içre kelimelere bu denli kıymet biçilmişken, buram buram kokun yayılırken kelimelerden insan daha bir edeb duyuyor.
Öyle ya her ân yeniden şekilleniyor.
Nefes ânda bir alınıp bir veriliyor.
Ağğ ki kelimeler bilmek ile olmak arasındaki ince çizgiye nasıl vurgu yapıyor.
Ama anlayana, ama kendini bırakana…