Namaz…
İnsanın kendi özüne uyanabilmesi için sunulmuş muazzam bir ibadet…
İçinde nice nice mânâlar barındıran her ân hazır ve nazır bir Güzellik…
Muhabbete vesile bir bağ…
Kulu ile Mevlası arasında uzanan ince bir çizgi…
Sır’at…
At yüklerini, kurtul…
Rükuda belini büken olmasın zahir…
Kalbinde ari bir sancı ile eğil rükuya…
Ki secdede verile baş…
Belki de namaz vakti için en yerinde tabirlerden bir tanesi idi “huşû vakti”.
Nitekim Kur’ân Azimüşşan’da da buyrulduğu üzere: “Muhakkak ki (şu) mü’minler felâh bulmuştur: Onlar, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2)
Huşû…
Ne kadar harika bir kavram…
İnsan o ân için hissetmese dahi huşû kelimesini duyduğu ân itibariyle hemen bir huzur kaplayıveriyor içini…
Hele bir de ansızın gelen hem de yücelerin yücesinden gelişiyle kalbinize dokunan bir iştiyak yok mu…
Allah Allah…
Başka ne nida eylesin ki insan…
Allah…
Allah…
Kalp coşar ki: “Her şey Sen’sin Allah…”
Vaktimdesin, ânımdasın, düşüncemdesin, gönlümdesin…
Sen ki Allah’ım her zerredesin…
Vakti olur mu namazın?
Ân’dır namaz…
Ân’a mıhlanmış selâ içinde bir ihyâ…
Ne diyor işit:
“Şehâdet ederim ki Muhammed Allah’ın elçisidir.”
Ya Allah…
Beş vakte nasıl sırlanır bu hakikat…
Yatıp kalkmak ile kılınan bir namazın neresinde olur Muhammed…
Oysaki her secdede hisset… Hisset ki verilir baş… “Ya Hakk…”
O vakit olursun Muhammed’e hemdâş…
Ev imiş, cami imiş, kutup imiş, uzay imiş…
Ân’a cândır Allah…
Hissedişin coşkusuyla sanki canlanır Beytullah…
Allah, Hakk, Hayy…