Bütün dinlerin amacı insanoğlunun mutluluğudur. Özellikle İslâm dini insanın aklını kullanmasını ve bu sayede yaratıcısını keşfederek hayatını düzenlemesini teşvik eder. Her şey insanın kendinde başlar. Kendini bilen Rabbini bilir. Birey ilk önce kendini geliştirir sonrasında bu domino etkisi yaratarak etrafına yansır.
İslâm dini İbn Arabî, Mevlânâ ve Yunus gibi insanlara rehberlik edebilecek şahsiyetler yetiştirmiştir. Onlar Tek Hakikat’in ne olduğunu kavramış ve hayatlarını O’nun (Hakk’ın) ekseninde şekillendirmişlerdir. Tasavvuf erbabları diğer dinlerde karşımıza çıkan örnekler gibi ahirette ne olacağının hükmünü vermek yerine bu tarz konuları sahibine iade eder. Dışlamak ve ötekileştirmenin aksine onları sadece Allah’ın bir kulu oldukları, Hakk’ın bir parçasını yani üflenilen ruhu onlarda gördükleri için değerli kabul ederler.
Açık konuşmak yerine akılda kalıcılığı attıran sembolik ifadelere başvuran Mevlânâ dinlerin gayelerinin bir olduğunu savunur. Yollar ve yöntemler farklı olsa da amaç tektir. Ve gidilen yollara bakmak yerine maksada odaklanmak gerekir.
Nitekim Mevlânâ’nın konuştuğu bir toplulukta Müslüman olmayanlardan ağlayan, sevinen, türlü haller gösterenlerin olduğu gerçeği karşısında bunun nasıl mümkün olduğu sorulması üzerine o: “Yollar her ne kadar çeşitli ise de gaye birdir… Görmüyor musun ki Kâbe’ye giden ne çok yol vardır. Bazısının yolu Rum’dan, bazısının Şam’dan, bazısının da denizden Hint ve Yemen’dendir. Bunun için yollara bakarsan, ayrılık büyük ve sınırsızdır. Fakat gayeye, maksada bakacak olursan hepsi birleşmiş, hepsinin kalbi Kâbe hakkında anlaşmış ve orada bir olmuştur.” der. Başka bir yerde de daha açık ve sade bir ifadeyle “Her peygamberin, her erenin bir yolu yordamı vardır; fakat değil mi ki Tanrı’ya götürmede hepsi de birdir.” diyerek görüşlerini ortaya koyar.
Yunus Emre ise fani hayatı boyunca farklılıklardan çok benzerliklerin üzerinde durulmasını gerektiğini savunmuştur. Yunus’un engin gönlünde kendi kitabı, peygamberi, din kardeşlerinin yeri olduğu kadar diğer peygamberler ve onların ümmetine karşı da büyük bir sevgi ve saygı vardır.
Yunus’un düşüncesinde, tasavvufî düşünceyle birebir paralellik gösteren her şeyin kaynağının “Bir” olduğu, dinlerinde bu kaynaktan çıkması hasebiyle Bir’den çıktığı ve yine O’na yönelindiği gerçeği yatar.
Yunus, insanları şu veya bu dinden diye ayrı görmekten ziyade çeşitli dinlerin içinde, cahiller ve arifler olarak veya daha doğru bir ifadeyle Hakk’a âşık olanlar ve olmayanlar diye ayırmayı önemser. Onun nazarında esas ölçü, bir dine sözde ve zahiren bağlı olmak değil, içten içe Hakk’a âşık olmak ve bir Hak aşığı gibi yaşamaktır. Yunus, anlaşılması belki hakikaten güç gelecek şekilde, yetmiş iki milletten ayrı olarak, dinlerin içindeki, özündeki veya üstündeki bir “aşk dini”nden bahsetmekte, kendisi için, Aşk’ın, bir mezhep ve din olduğunu söylemektedir.
Her şeyin başına sevgiyi koyan, bir kez bile gönül yıkmamak gerektiğini vurgulayan Yunus, bir türlü olduramadığımız ama aslında olmasını gerekeni şu küçücük dizelere sığdırır:
Gelün taşınık idelüm işin kolayın tutalım
Sevelüm sevilelüm dünye kimseye kamaz.
Kaynakça:
Cafer Sadık Yaran, Bilgelik Peşinde Din Felsefesi Yazıları, Araştırma Yayınları, Ankara, 2002.
Yakup Kayhan, Musa Carullah’ta Dini Çoğulculuk, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2007.