“Bâd-ı subh esince sadrın sessizliğinde
Çerağı yandıran bûy imiş Lâle’nin özünde”
Bir yudumluk su kadarsın şu hayat meskeninde. Çekince özüne hayat bulur verince bir yudumu çekmek için seheri bekler durursun. Aşıklar uyur mu gecenin karanlığında, apaydınlık bir nurun vaktinde uyku haram değil midir ki zaten?
Şşş… Dinle…
Bir fısıltı mı yoksa bir yakarış mı?
“Yandım ey seher yandım! Sığındım gecenin koynuna. Sonra baktım sırların ile dürüldün geceye. Çözüldü düğüm, gece gibi sırladım Sen’i içime… Yapraklarım rengini Güneş’ini görünce almaya başlayacak hissediyorum. Lâkin gitme subh gitme…”
İçi bir yangın yeri…
Ve aniden simsiyah kesildi suveyda. Devran eden yapraklar gökyüzüne boyun eğdi. Uyanış için bekledi baharı, yazın sıcaklığına erişince kıyamını sağlam eyledi elif duruşuyla.
Boynu aşkın zinciriyle bağlıydı artık, esinti nereye eserse oraya meyillendi. Kolay mıydı meydan? İşte aşk yandırdı da eğridirdi de…
Sehere sevdalanmıştı Lâle…
Lâ ile başladı her şey. Sevdalandığı Sen’di. Hiçbir şeyin kalmadığı görünenin sadece O olduğunu Lâ deyince sezdi ve çatladı tohum. Ta ki gecenin sessizliğinde Lâ mührünü özüne vurunca dile geldi Aşk…
Yudum yudum suydu ya lâleyi büyüten peki su neydi?
Kim bilir belki gecedeki Hilâl belki de çöldeki Leyla idi.
Sen gece gibi olmaya bakasın seherde de çöllere vurasın kendini. Yolunda hâldaşın ister Hilâl ister Leyla olsun. Değil midir ki ikisi de “Yâr”…
Sanılmasın iki “Yâr”…
Çoklukta görünen “Tek Dert” işte O’dur Yâr...
Mevlâ…
Lâle her an uyanıyor… Uyanıyor…