Kendisi ile bundan 30 yıl önce TÖRE dergisi için yaptığımız röportajda sosyal antropolog hüviyetiyle Batı-İslam-Türkiye toplumu üzerine değerlendirmelerde bulunan Afganistan Özbeklerinden olan ve o tarihte Kaliforniya Üniversitesi’nde görev yapan Prof. Dr. Muhammed Nazif Şehrani bugünlerde tüm dünyanın gündeminde olan İslamofobiden söz ettiğinde şaşırmıştım. Şaşkınlığım normaldi, çünkü insan psikolojisinde “fobi” olarak nitelenen bazı aksaklıkların olduğunu biliyordum ama “fobi” ile İslâm’ın bir arada kullanıldığını ilk kez işitmiştim.
İzleyebildiğim kadarı ile Türkiye yazılı basınında ve Türk akademik literatüründe ilk kez “İslamofobi” teriminin kullanıldığı ve TÖRE dergisinin 1987 yılı arşivinde; Mayıs ayı sayısında kalan ve doğal olarak gözlerden kaçan bu önemli mülakattan 30 yıl sonra bugün sadece Türkiye’de İslamofobi konulu onlarca kitap yayınlanmış olması durumun ciddiyetini gözler önüne seriyor.
Fobinin Tanımı
Aslında korku duyulması gerekmeyen bir nesne, durum veya aktiviteden aşırı korkma ve korku nesnesi olan her ne ise ondan kaçınma davranışı sergileme fobi olarak adlandırılır. Fobi terimi Yunan mitolojisinde “dehşet tanrısı”na verilen isim olan ‘Phobos’ kelimesinden geliyor. Fobi sahibi olan insanlar “fobik” olarak adlandırılıyor.
Fobi, değişik çalışmalarda %10-25 arasında saptanan oranlarıyla bütün dünya toplumlarında sık rastlanan psikolojik bir rahatsızlıktır. Bu denli yaygın olduğu için fobiler, toplumda hastalıktan ziyade huy ya da kişilik özelliği olarak değerlendirilir.
Türlerine göre değişmekle birlikte fobi türlerinin seyrinde değişiklikler gözlenir. Kişi, fobisinin sonucunda hissettiği korkunun aşırı veya anlamsız olduğunu bilse de engelleyemez, mantıkla düşünerek korkularını yenemez. Psikolojik rahatsızlıkların çoğunda olduğu gibi, fobilerde de temel etkenler; biyolojik, genetik ve siyasal, toplumsal ve ekonomik çevre faktörleridir.
İslamofobi’nin Ortaya Çıkışı
“İslamofobi” kelime anlamı olarak “İslam korkusu” demektir. Özgül fobi kategorisine sokulması gereken İslamofobi, terim olarak herhangi bir gerçekliğe dayanmadığı halde İslam’dan ve Müslümanlardan korkma, çekinme içgüdüsünü ifade eder.
Tarihi kökleri, İspanya’da Endülüs’ün İslâm tarafından fethedilmesine kadar iner. Haçlı seferlerine asker devşirmek isteyen kilise mensuplarının yaptığı asılsız propagandalar ile fikrî zemini hayalî tehditler ve tehlikeler üzerinde oluşturulan “İslamofobi”, 11 Eylül 2001 tarihinde New-York’taki “İkiz Kuleler” saldırısı sonrası tarihte olmadığı kadar popülarite kazanmıştır. Bunda Huntington’ın ünlü “Medeniyetler Çatışması” kitabında İslâm’ı Batı için bir ‘potansiyel düşmanlık odağı’ olarak lanse etmesinin de önemli bir katkısı olmuştur.
İslamofobideki bu yükseliş Batı dünyasında, daha önceki yabancı düşmanı ırkçı eğilimler üzerinden yükselen yeni bir durumdur. Batı ülkelerinde işsizlik, nüfusun yaşlanması gibi yeni durumların beslediği yabancı düşmanlıklarının en önemli öznesi olarak Müslümanlardan duyulan korku, giderek bir paranoyaya dönüşmüştür. Bu paranoyanın bazı güç odakları ve onların sözcüsü konumundaki Daniel Pipes gibi bazı kanaat önderi yazarlar tarafından manüple edildiği de bir gerçektir.
Yazımın girişinde atıfta bulunduğum sosyal antropolog Şehrani, mülâkatımızda İslamofobi’yi, “İslam’dan nasipsiz kalma bedbahtlığı” olarak tanımlamış ve Batı-İslam-Türkiye toplumu üzerine değerlendirmelerde bulunmuştu. Şehranî mülâkatımdan sonra Batı’nın İslâm ile ilişkilerine özellikle hassasiyet gösterdim ve fikr-i takip yapma çabası içerisinde oldum. Batı’daki İslâmî ilginin en sağlıklı kanalı olan tasavvuf yolu ile ‘Müslümanlaşan aydınlar’ın bazıları ile görüşme fırsatım da oldu. Özellikle değerli tasavvuf akademisyeni dostum Yrd. Doç. Dr. Selami Erdoğan’ın YÖK Tez Merkezi’nde ulaşılabilir durumda olan doktora çalışması için birlikte gittiğimiz Kıbrıs’taki Hakkanî dergâhında tasavvuf yolu ile İslâm’a gelmiş Batılı entelektüeller ve sıradan kişilerle önemli röportajlar yapılırken ben de oradaydım. Gariplerin Kitabı (Şule Yay.) adlı değerli kitabı ile tanıdığım ve daha sonra İstanbul’da yüz yüze görüşme imkânı da bulduğum Ian Dallas, Su Üstüne Yazı Yazmak (Sufi Kitap) adlı artık klasikleşmiş kitabı ile literatüre girmiş olan Muhyiddin Şekür bu entelektüellerden ikisi idi. (*)
Bütün bu izlenimlerim Batılı aydınların tasavvuf yolu İslâm ile tanışmasının dünyamızın geleceği adına beni umutlandırmıştı. Ancak 11 Eylül 2001’den sonra gerek Avrupa’da gerekse İslâm dünyasında ortaya çıkan gruplar ve eğilimler bu umudumu korumamı artık iyice güçleştirmiş durumdadır. Son olarak Mısır’ın Ariş kentinde Cuma namazı esnasında bir sufi mescidinde yapılan katliamla gündeme gelen ve üç yüzün üzerinde Müslümanın katledilmesi ile sonlanan ‘İslâm-içi şiddet’ söz konusu iken insanları İslâm’ın “silm (=barış) iklimi”ne davetin hiç de kolay olmayacağı ortadadır. Bu karanlık dehlizden tek çıkış tüneli olarak gördüğüm tasavvufun bize sunduğu imkân ve bu imkânın nasıl kullanacağı konusunda mutlaka ve mutlaka düşünmemiz ve sonra da düşüncelerimizi eyleme dönüştürmemiz gerekiyor.
Haydi o zaman düşünmeye başlayalım. (*) Bu sitedeki yazılarımda atıfta bulunduğum kitap ve akademik tezleri genç tasavvuf muhibleri için kaynak göstererek paylaşacağım ki edinip okuyabilsinler. Böylece yabende.com.tr sitesinin zaman içerisinde interaktif bir mektebe dönüşeceğini düşünüyorum.