Büyük bir kentin kalabalık caddelerinin birinde yürüyorsunuz. Eğer dikkatinizi kendilerine çeken ayrıntıların tuzağına düşmüyorsanız, bir iç yalnızlığı da yaşıyorsunuz demektir.
Akan insan seli caddeleri dolduruyor. Devasa binalar, mağazalar ve vitrinleri, arabalar, eşyalar, insanlar… Bu tablo içinde tek şuurlu, akıllı olması gereken varlık şüphesiz ki, ‘insan’ olmalı diyorsunuz haklı olarak. En aktif durumda olan, gözlerimiz. Gözler vitrinlerde, eşyalarda ve arabalarda… Bir insana çeviriyorsunuz bakışlarınızı. Alımlı giysilerinden daha öteye uzanamıyor bakışlarınız. Hep dışa, görünene, bir anlamda asıl varlığımızı gizleyen dışa yönelik bakışlarımız…
Özellikle kadınlarımız… Duygu ve mana varlıklarımız… Dışları ne kadar da süslü. En son moda buyruklarına göre giyinmişler. Aksesuarı tamamlayan altınlar, bilezikler, bakımlı saçlar, tabii görünüşü gizleyen boyalar… Hepsi bakan gözün görme alanını dışla sınırlandırmakta. Sanki için yoksulluğu, çıplaklığı, dışın karmaşık süsüyle örtülmek istenmekte. Erkeklerin, çocukların da, onlardan farklı oldukları söylenemez. Ya evlerimiz, kısaca hayatımızda olan diğer şeyler? Hepsi de bu gösteriş yarışında yerlerini almışlar, bitiş çizgisine doğru koşuyorlar. Hem de baş döndürücü bir hızla. Bu noktaya kadar belki de her şeyin çok ince hesaplarını yapan insanlar gidişin sonu hakkında bir fikir sahibi bile değil.
Sınırsız bir harcamayı gerektiren bu süs ve gösteriş yarışında mahiyeti meçhul amaçlara ulaşabilmek için doğal olarak sınırsız bir kazanma yarışı gerekiyor. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar çalışarak ya da başka yollarla bu kazanma yarışını sürdürenler, buldukları an küçük bir boş zamanda bu defa harcama yarışma geçiyorlar. Caddelerde bütün gözler vitrinlerde alınacak yeni şeyler arıyorlar. Bu alışların doğal ihtiyaçlarla bir ilgisi yok. Bu noktada insanın kendi kendisiyle yetinememe, nasıl nasıl başkalarından üstün olma isteği gündeme geliyor. Böylece başkalarına üstünlük sağlama adına yapılan alımlar yarışın hızını daha da artırıyor, Bu sürat pek çok şeyi değiştiriyor. İhtiyaçlar değiştiği gibi anlayışlar da değişiyor. Bir başkasından herhangi bir şeyi eksik olan insan, sahip olduğu şeyleri görmeyip kendini yoksul kabul ediyor. Hayatını basit ve heyecansız, kendini eksik ve geri sayıyor.
Sonu gelmeyen kazanma ve harcama yarışı insanı, eşyayı, tabiatı tahrip ediyor. Bozulan, temel değer yargıları değiştirilen hayat içinde, kimse kaybettiklerinin farkında bile değil. Hırsla dolu bir gönlün ve gözün gerçeği anlaması, görmesi mümkün mü? Bu duygu giderek insanı insan olmaktan çıkarıp adeta canavarlaştırıyor. Çünkü özellikle çağımızda maddi bakımdan başkalarından üstün olmanın yolu bir bakıma onları ezmekten, haklarını gasp etmekten geçiyor. Önemli olan kazanmak. İster öldürerek, ister çalarak kazan, fark etmiyor. Üstün oluyorsunuz insanların gözünde. Kaybetmeniz halinde bir zavallı gözüyle bakılıyor size. Taşımadığınız nice müstehzi sıfatlarla anılmaya başlanıyorsunuz. Yeter ki kazanın. Siz, bu gösteriş ve üstünlük yarışında ister bir insan ezin, isterseniz bir çiçeği. Önemli olmuyor. Başkalarını da en az kendiniz kadar düşünme, fedakârlık etme, cömert olma gibi kavramlar çıkıp gidiyor gönlünüzden. Hatta bunlar yarışı kaybetme gibi bir sonuca da yol açıyor.
Sonunda korkunç bir bencillik duygusunu getirip yerleştiriyorsunuz yüreğinize. Artık sevdiğiniz, üstün ve önemli kabul ettiğiniz, elde etmek için nice çabalar harcadığınız eşyalardan kurulu bir dünyanın tutsağısınız. O korkunç duygu, bencillik, artık hayatınızı tanzim eden bir ölçüdür içinizde. Size hep kazanmayı sonra da harcamayı daha bilinçli olarak öğretecek bir ölçü. Eşinize çocuklarınıza bile bir başka gözle bakmaya başlıyorsunuz sonra. O acı, tatlı günlerinizin ortağı? Sahi o niye evdedir? O da çalışmalı diyorsunuz. Üstelik bunu haklı gösterecek çağdaş kılıflar da bularak. Sonra çocuklarınız ekleniyor bu halkaya. Sonra eviniz ev, eşiniz eş, çocuğunuz size ait çocuk olmaktan çıkıyor doğal olarak. Hepiniz kendi kuralları içinde süren ayrı ayrı hayatların insanısınız. Eviniz artık kocaman bir yalnızlık ülkesidir. Sevginin, fedakârlığın, paylaşmanın en canlı biçimde yaşanması gereken mekânlar artık zaman zaman bir araya geldiğiniz, gelmek zorunda kaldığımız sıradan bir yer, yuva olma özelliğini kaybeden herhangi bir mekân olup çıkıyor.
İçindeki yoksulluk her gün biraz daha büyürken, insan yalnızlık ve bencilik duvarını aşıp şöyle bir bakmayacak mıdır etrafına? Düşünmeyecek midir olup bitenler üstüne? Anlamayacak mıdır aldığı her eşyanın, kazandığı her maddi başarının içinin susuzluğunu daha da artırdığını, mutluluğa her gün biraz daha yaklaşacağına biraz daha uzak düştüğünü?
İslam, hep sade hayatı teklif ederken, İslam büyükleri bu sade hayatın pratiğini yaşarlarken insanlığı, dışarının ayrıntılarından kurtarıp içine bakmaya da alıştırmayı amaçlamışlardır. Zekât, sadaka, cömertlik, sade hayat hep bu olumsuzluklara karşı insanı koruyan birer kalkan olagelmişlerdir hep. Tahtı, tacı, sarayı, ihtişamlı hayatı içinde Allah’ a yol bulamayan İbrahim Ethem, hayatından bu ayrıntıları atınca, bunların tuzağından kurtulunca yol buldu O’na ve kendine. Ve sonsuz mutluluğa erişti. Bütün İslam büyükleri dışımızı değil içimizi zenginleştirmeyi ve süslemeyi öğütlediler. Yarışın bu yolda ve yönde olması lazım geldiğini bizzat kendi hayatlarıyla gösterdiler.
Hayatımızdan, bizi içimize yönelmeyi, içimizi zenginleştirmeyi önleyen ayrıntıları atmadan, dışa yönelerek, dışımızı süsleyerek mutlu olmanın imkânsızlığını artık anlamalı insan. O zaman insan daha başka bir insan, hayat daha başka bir hayat olacaktır.