Modern insanın karşı karşıya kaldığı sorunları aslında iki kelimeyle özetlemek mümkündür. “Haz” ve “hız” Haz, bilindiği gibi nefsin buyruklarına uymak, doyumsuz arzularına tabi hareket içinde olmaktır. Hız ise durmadan hareket halinde olmak daha doğrusu sürekli meşguliyetlerle kuşanmaktır. Şöyle bir etrafımıza baktığımızda hazın ve hızın bütün tezahürlerine tanık oluruz.
Nerden mi başlayalım? Bize haz veren şeylerin hepsi itiraf edelim ki hep maddi şeylerdir. Mesela daha iyi bir ev, daha pahalı eşyalar, daha gelişmiş araçlar vs. Bunlara sahip olmak ise maddi imkân gerektirmektedir. Bu da ancak çok para kazanmakla mümkündür. Nitekim öyle de olmaktadır. Hatta sahip olunduğunda bize haz verecek şeyler o kadar pahalıdır ki onlara sahip olmak için mesela bir evde tek kişinin çalışması yetmemekte, bütün birerler çalışmak zorunda kalmaktadırlar. İşte bu da hızı gerektirmektedir.
Şimdi de dervişlik geleneğindeki iki uygulamaya bakalım. Bunlardan birisi “halvet” diğeri ise “inziva”dır. Bunların her ikisi de hem hazza hem de hıza karşı bir direnç kazanmanın adıdır. Zira halvette tefekkür ve tezekkür esastır. Bu yolla insan düşünme imanı bulur. Çünkü düşünmek için durmak ve bakmak lazımdır. Bu bakma olayı kişinin kendi içine yolculuklar yapması demektir. Bu süreçte gerçekleşen tezekkürle ise gönünü arındırır. Yine bu sürecin başka bir uygulaması olan riyazatla yani az konuşma az uyuma, az yeme içme buna karşın çokça ibadet etme ile kişinin hazza karşı direnci artar. İnzivanın verdiği imkânla ise hayatın ve kalabalıkların tutsaklığından kurtarır insanı.
Bir derviş hep böyle mi yaşar? Elbette ki hayır. Bu deneyimle kazandığı dirençli kişiliğiyle hayata çıkar. Evlenir, çalışır, insanlarla görüşür yani normal hayatın gerektirdiği bir durum içersinde olur. Fakat onu farklı kılan bütün bunları yaparken taşıdığı niyet ve büründüğü haldir. Böyleleri hayatın esir alamadığı kimselerdir.
Hız ve haz meselesinde bir önemli husus da nasıl huzurlu olunacağıdır. Hız ve haz peşinde koşan, sahip olduklarının hiç biriyle m utlu olmaz, olamaz. Çünkü elde edilenlerin her zaman daha iyisi vardır ve birine sahip olununca çok geçmeden diğerini de almak gibi bir mecburiyet ortaya çıkar. Bu hayatı maddi perspektiften algımla biçimidir.
Hız ve hazın tutsaklığına düşmeyenler ise hayata daha anlamı bakacaklarından huzurlu olmaları daha kolaydır. Çünkü onlar için her şey az ya da çok da olsa birer nimet olarak görülür, razı olunur ve şükredilir. Hatta paylaşım anlayışıyla huzur topluca yaşanır. Bu yüzden cemaat (topluluk) ruhu önemlidir. Böyle bir toplulukta acılar paylaşılarak azalırken sevinçler de paylaşılarak çoğalır.
Geçmiş ve bugün farklıdır, zamana uymak gerekir gibi bir gerekse hiçbir zaman haklılık taşımaz. Her şey insanın azmine, sabrına bağlıdır. Zamanın bugünkü hali de sonuçta insanın eseri ise insan, karar verdiği, niyetine girdiği zaman hayatını da ona göre inşa edebilir. Bütün mesele zihni ve ruhi arınmadadır. Zira hayatımızı hız ve haza göre ayarlayan politikalara,
Uygulamalara karşı direnç kazmak başka donanımları gerektirir. İşte sûfî telakki tam da bu noktada insana yepyeni ufukla açar.
Öyleyse yapılacak olan bellidir. Zihni arınma, kalbi arınma… Bunu gerçekleştirebilenler elindeki bir lokmayla bile mutlu olmanın, ne kadar zengin olsa bile şımarmamanın, kibirlenmemenin sırrına erenlerdir. Unutmamak gerekir ki İbrahim Ethem’i mülk sultanı iken gönül sultanı yapan maddi olanı terk meselesidir. Bu elbette bir lokma bir hırka anlayışı değildir. Kibrin, şükürsüzlüğün zengin yahut fakir olup olmamakla alakası yoktur. Maddi olana nasıl bakıyoruz, manevi olandan ne anlıyoruz? Temel soru bunlardır.