Arapça’da; yalnız, tenha kalma ve tenhaya çekilme anlamlarında kullanılan halvet kelimesi, Kamûs-ı Türkî’de; biriyle tenhada konuşmak üzere yalnız kalıp birini içeriye almak, ibadet zikir ve riyâzet ile meşgul olmak üzere tenha bir hücreye kapanma ve hamama girme gibi daha geniş manaları taşıdığı ifade edilmektedir. Tasavvuf literatüründe ise halvet, çile kelimesinin karşılığı olarak yer bulmuştur. Çile kelimesi Farsçada kırk anlamına gelen çhil kelimesinden alınmıştır ve bu tabir tasavvuf ehli arasında erbaîn çıkarmak şeklinde yorumlanmıştır.
Kırk sayısına işaret eden Kur’an-ı Kerîm’in Arâf sûresinin 142. âyet-i kerimesinde ise “Musa ile otuz gece bana ibadet etmesi için sözleştik ve buna on gece daha ilave ettik, böylece Rabb’ının tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu….” buyrulmaktadır. Görüldüğü üzere, Hz. Musa’nın Allah ile konuşmadan evvel toplamda kırk günü ibadet ve riyâzetle geçirmesi, halvetîn de kırk güne tekabül etmesini göstermesi açısından önemlidir.
Baba İlyas Horasani’ye ait olan bir risâlede Hz. Pîr Ömer Sühreverdî Efendi’den nakledilen halvet çeşitleri süflî, örfî ve ulvî olmak üzere üç tür olarak belirtilmiştir. Halvetî kelimesi ise halvete önem veren tarîkata mensup kişi yerine kullanılmaktadır.
Tasavvufi manada halvet, günahtan korunmak ve daha iyi ibadet etmek için ıssız yerlerde yaşamayı tercih etmek demektir. Yine zihinsel konsantrasyonu ve bazı özel zikirlerle riyâzetleri gerçekleştirmek üzere şeyhin müridini karanlık, dış dünyadan soyutlanmış bir yerde, belirli bir süre için koyması şeklinde de tanımlanmaktadır. Tasavvuf tarihinde sûfîlerin halvete bakış açılarını göstermesi bakımından vahdet-i vücud felsefesinin en önemli temsilcisi olan İbnü’l-Arabî’ ye göre halvet: “Hiçbir insan ve meleğin olmadığı yerde ruhun gizlice Allah ile konuşmasıdır”. İmâm Gazali ise halveti, şu şekilde tasvir etmiştir: “Salik, dış dünyaya ait bilgilerin göz ve kulak gibi duyu organlarından zihne gelmesini önlemek için tek başına karanlık bir odaya girer. Böyle bir yer bulamazsa bir örtüyle başını örterek dış dünya ile olan temasını keser”.
Tasavvuf ehli halvetî, sâlikin ruhunu arındırmak maksadıyla onu manevi bir keşfe hazırlamada önemli bir vasıta olarak görmüşler ve bunu vurgulamak amacıyla Hz. Peygamber’in halvetten ve yalnızlıktan hoşlandığını, zaman zaman Mekke yakınlarındaki mağaraların en bahtlısı olan Hirâ’ya çekilip burada inziva hayatı yaşadığını ve itikâfa girdiğini örnek olarak göstermişlerdir.
Halvetîn kırk gün yapılmasıyla ilgili Abdülmecîd Sivâsî Hazretleri Mi’yâr-ı Tarîk adlı eserinde “….Âdem’in hamurunun yoğrulması ve kıvama gelmesi kırk günde olmuştur. Manevi hamurda aynen böyledir. Nitekim çocuk ana rahmine düşmesiyle birlikte kırk günde nutfe, kırk gün sonra da mudğa olur. Onun için insan kırk yılda kemal bulur. Yine çiçeğin koruk, koruğun üzüm olması için pek çok aşama gerekir. Ruh da akl-ı heyulânîden kuvve-i nazariye ve ilmiye vasıtasıyla terakki edip nefs-i kudsî olur. Bunun tahakkuku da merhale ve aşama neticesine olur….” şeklindeki değerlendirmesiyle maddi ve manevi hayat içerisinde kırk güne denk gelen çeşitli aşamaları eserinde verdiği örneklerle ifade etmeye çalışmıştır.
Annemarie Schimmel, bazı mutasavvıflar tarafından da kabul edilen Hz. Âdem’e Allah tarafından can verilmeden evvel kırk gün halvete çekildiğini, cennetten kovulduktan sonra gerçek bir sûfi oluncaya kadar Hindistan’da 300 yıl tövbe ve istiğfar ederek çile dolduğunu söylemektedir.
Halvetîn icra edildiği mekânlar; çoğunlukla mağaralar, mezarlar, dağlar ve bazen de ağaç kovukları gibi yerleşim alanlarından uzak olan yerler olabileceği gibi ibadethanelerin veya evlerin bir köşesinde küçük bir yer de olabilirdi. Halvet edilen mekânların ilk başlarda toplumdan uzak yerler seçildiği, bundaki amacın kişinin kendini çeşitli dış uyarıcılardan sakınmasının daha kolay olabileceği ve böylelikle kendilerini ibadete vermesindeki engellerin ortadan kalkacağına olan inançtır. Sonraki dönemlerde bu anlayış değişmiş ve kişinin Hakk’a vasıl olması için halktan uzak durmasına gerek olmayacağı sonucuna varmışlardır. Zira bu konuda Abdülmecîd Sivâsi Efendi Letâifü’l-Ezhâr adlı eserinde “Kişi halktan uzlet edip, kesretten kaçmalıdır. Çünkü kesret hürmetin azalmasına sebeptir. Ancak “halktan kaçayım, taki bana sâlih diye hürmet etsinler” dese, böyle hâlvet bir hastalıktır ki, hemen halka karışıp, nefse muhâlefet ederek onu mezellete düşürmektir” şeklindeki ifadesiyle halvet etmenin önemini vurgulayıp, halktan uzak bir yerde halvet etmenin gerekleri üzerinde dururken, sâlih diye anılmak için halktan tamamen ayrı kalmanın da sakıncasını dile getirmiştir.
Halvet edilen mekânlar karanlık yerler olmasından dolayı “karanlık çilecilik” olarak da adlandırılmıştır. Halvet eden ilk kadın sûfîlerden biri olarak kabul edilen Hz. Rabia (öl. 801) cehennem korkusunu veya cennet ümidini aklına getirmeden Allah’a yönelmiş ve ilk defa mutlak Allah Sevgisi’ni dile getirenlerden biri olmuştur. Hz. Rabia’nın bu düşünceleri kendinden sonra gelen sûfîleri derinden etkilemiş ve IX. asırda Kuzey İran’dan Mısır’a kadar İslâm dünyasının her tarafından halveti benimseyen ve tatbik eden çeşitli tasavvuf akımları yayılmaya başlamıştır.