Halvetilik yolunun yeşiline bürünmek lazım ki rengimiz, meşrebimiz ve Mürşidimiz belli olsun. Bu yol, katiyen taklit yolu değildir, o yüzden Mürşid şekle gelmez. Zahirde kalanın, tarikinden bahsedilmez. Şekil’de; bakarak aynısını yapmaya çalışmak vardır. Mürşid izini takip etmekte ise nasıl yaptığını görmek vardır. Sadece dinleyip ama gereğini yerine getirmemek de bir kulağın işittiği sesten başka bir şey değildir ve bu da şekle düşürülür.
Mesela nefsin talepleri, boşuna reddedilmez; çünkü nefsin en sık yaptığı eylemler, yemek-içmek- uyumak gibi dış dünya ile sınırlıdır. Tarikin gerçekleşmesi için bunların hepsi yol aldırmayan birer engeldir. Bu yüzden tarikatın bir gayesi de nefs’i kurtarma ve bağımlılıklarından caydırma operasyonudur. O yüzden tarikat’ın gereği olan az yeme-içme-uyuma bir kısıtlama gibi görünse de ifa edildiği takdirde nasıl bir müferrehlik sağladığına şahit olunacaktır. Nefs mertebelerinde oyalanmamak esastır. Yoksa iz’in silinir. Esasında Mürşid, yolun kendisidir. Ve ben bu yoldayım yani Mürşidime tabiyim diyebilmen için yürüyor olman yani yönelmiş olman lazım.
Aynı zamanda takip’te takrir ve tasdik vardır. Yürüyüşünle tasdikle ki ikrarına (‘yoldayım’ deyişine) iman duyulsun. Buradaki ikrar’ın diğer bir anlamı da tekrardır. Can, Mürşidiyle uyumlandıkça telkini tekrar ettirir yani zikrettirir (ibadetin devamlılığı). Ayrıca takip edilen yol bir seyirdir. Seyredilmedikçe yolun bütün güzellikleri kaçırılır çünkü göz, yönünü değiştirmiş başka bir tarafı (yol) izlemekte. Ve haliyle gönül de oraya meyletmektedir.
Hakk’a giden yolun başından sonuna kadar her aşaması cihattır. Fakat bu cihadın muvaffakiyetle neticelenmesi için Mürşid kontrolünde olması icap eder. İşte buradan anlaşılıyor ki Mürşid, nefsin her türlüsünden geçerek kemâlata ermiştir. Yani günümüz tabiriyle; tecrübe ehli için gün görmüş/ gelip geçirmiş denilir. Bu yüzden Mürşidin de yola hakimiyeti vardır, nefsin kurduğu tuzaklardan haberdardır. Bundandır ki can, bir ilim ile yürütülür.
Buradaki kontrolün diğer bir anlamı ise bir ayet temeline dayanır: “Allah kimseyi gücünün yettiğinden başkasıyla mükellef kılmaz (sorumlu tutmaz). Kazandığı (dereceler) onundur ve iktisap ettiği (kazandığı negatif dereceler) de onundur (sorumluluğu onun üzerindedir). Rabbimiz! Şâyet unuttuysak veya hata yaptıysak bizi aheze etme (sorgulama). Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bizim üzerimize ağır yük yükleme. Rabbimiz, takat (güç) yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme. Ve bizi af ve mağfiret et ve bize rahmet et (Rahîm esması ile bize tecelli et, rahmet nurunu gönder). Sen bizim Mevlâmız’sın. Artık kâfirler kavmine karşı bize yardım et.” Bakara/286
Bu ayet, aynı zamanda ‘neden tarikattayım?’ sorusunun cevabıdır. Şöyle ki: tarikattan önce gelen şeriat, halka hep kalduramayacağı yükü yüklemiştir. Farzlar, vacipler, sünnetler, mekruh ve mübahlar şeklinde ağırlaştırılmış katı kurallar bütünü dayatılır. Daha da ağır olanı şu ki; ukubat dediğimiz hadler (cezalar) ile asılan, kesilip biçilen halk, bu zulmün altında ezilmiş ve mağdur edilmiştir. Bunu reva görenler için, insanlık onurunu zedeleyen kalıcı bir lekedir. İşte tarikatta ‘can’ denilmesinin bir derinliği vardır. Her can’a Mürşid eliyle bir hayat bağışlanmaktadır. Tarikatta ki ‘tezkiye’ de buna dayanır. Aslında bu arındırma, taşınamayacak yükleri atmayı sağlar, ruhun ve bedenin çektiği eza ve cefa hafifletilir.
Mürşid, ölçüyü bilen ve dahi koruyandır. Hiçbir can’ın gayreti aynı değildir. Bu, kendindeki cevherin farkındalığıyla alakalı bir durumdur. Bu yüzden kıskanma ve çekememezliğin hiç olmaması lazım. Eğer kişi geride kalmışsa sorun, önüne geçen yada ilerleyen can’da değildir, dönüp kendine bakması gereklidir. Her can, Mürşid’inin kendisine verdiği ödev ile meşgul olup alana müdahale edilmelidir. Bu, başkasının toprağına izinsiz girip yağma etmek gibidir. Herkes kendindeki varlığına karışmalıdır.