Hâlden konuşmuş Hazret Niyazi;
“Daha sonra Şeyhinin desturuyla konuşmaya başlamış ve bir daha susmamıştır.”
Kişi kâl etmeyi öğrenene değin hâli muhafaza ile vazifelendirilmiştir. Hâl öyle bir yerleşecek ki gönle, konuşan dil O’ndan olsun.
Hakikat ancak ve ancak mürşidin desturuyla ifşa edilebilir. Anlatmaya meraklı gönüller elbetteki vardır. Çünkü sırr O’dur, O’ndandır. Sırrı bu denli güzel olunca ifşa için çırpınır gönül, lakin amaç bizlere güzel gibi gelse de sırrı muhafaza edeptendir. Ya söylenilen şeylere karşıdaki idrak yettiremeyecekse? Girilir mi bu vebal altına? Hele bir de anlattığımız kişi bizim ufacık sırlarımızın kat-be-kat üstünde sırlar saklıyor ve edebi muhafaza ile susuyorsa… Dervişin hâli mürşidi ile olunca özeldir. Herkese anlatıldığı vakit sırr denilen hiç sırr olur mu? Tevhid yolunda edebe riayet şarttır. Sustukça hâl edinirsin. Sustukça derinleşirsin.
Elbetteki muhabbet edeceğiz. Ama bu muhabbet ne sırrı ifşa üzerine olacak ne de boş lakırdı üzerine. Daim muhabbet O olacak ki gönle yerleşe…
Ancak hâli muhafaza edebilenler hâlden dem vurabilirler ki bu hem biad edilen şeyhin desturu ile ve ona verilen miktarıncadır. O zaman için şeyhinin Niyazi Mısrı Hazretlerine konuş buyurması, boş lakırdıların kesilmesi içindir. Ki o mübarek zât destur ile konuştuğu halde dahi anlamayanlar ortalığı karıştırmıştır. Devir her zaman için aynıdır. Telkin şarttır; anlayana!. Hâli dil edinmiş safiyetli kulun söylediklerini derinleştiren ve onun O’nun dostu ile edindiği edebe bürünen ve yine gönülden değişmeyi dileyip hayran olan gönüllere uyanış gele…
Kişide uyanan hayranlık kendinden değil O’nların güzelliğindendir. Anlamayanlar her devirde vardır ve olacaktır. Cenâb-ı Hakk hayran olanlardan eylesin inşallah.
Zikir bir bakıma dervişin acısının dışarı vurumudur. Derviş başka bir dervişin kokusunu arar çünkü onun tam anlamıyla anlayabilecek yine bir derviştir. Dervişler bir araya geldiğinde kalpler birbiriyle buluşur. Kalpten kalbe bir muhabbet ve sırlarla dolu bir yolculuk başlar.
Niyaz-i Mısri’nin düşünce doğrultusu ‘Nur-u Muhammed-i’ yönündedir. Yunus Emre tarzı şiir geleneğini layıkıyla yürütmüştür. Didaktik bir kişiliği olmasının yanı sıra lirik yani duygusal bir yönü de vardır. Niyaz-i Mısri’nin tasavvuf şiirleri dinin ötesindedir. Varoluş konusunu ele aldığı şiirlerinde Hz. Peygamberin varlığı esas konudur. Sufilerin varlığı bu yönde anlamaya çalıştıklarını vurgular. Şiirlerinde Peygamber sevgisinin yanı sıra bu sevgiyi metafizikle birleştirip yüksek düzeyde felsefi düşünceler ortaya koymuştur..
Nuru Muhammed-i kavramını ilk kullanan Abdullah Tusteri’dir. Evren Hz. Peygamber’in nurunun bir görünümüdür. Evreni ve Hz. Peygamber’i Vahdet-i Vücut kavramıyla ele almış, konularını o yönde genişletmiştir. İbnî Arabî ise bu düşünceyi geliştirirken hadis ve âyetlerden yararlanmıştır. Nuru Muhammed-i kavramı kendisinde birçok anlam çıkarılacak şekilde geniş kapsamlıdır. Ve birçok şair bu düşünce etrafında kendini yetiştirmiş, bu yönde eserler vermiş, Nuru Muhammed-i kavramını metafizik geneli içinde açıklamaya çalışmışlardır.
Niyaz-i Mısri adil ve hakperest biriydi. Eleştirel, sorgulama dinamizmine sahip, her şart dahilinde Hakk’ı dillendiren bir kişiliği vardı. Ona göre her mümin yiğit ve cesur olmalı, eğitim derecesi ne olursa olsun haksızlıklara karşı boyun eğip sessiz kalmamalıdır. Mısri’nin bu hali devamlı başına işler getirmiş olup Osmanlı Hükümeti’yle bile arası bozulmuştur.
Niyaz-i Mısri 1618’de Malatya Battalgazi’de doğmuştur. Babası Nakşi Şeyhi’dir. Niyaz-i Mısri’yi babası kendi tarikatına davet etmiş ancak Niyaz-i Mısri benim gönlüm bu tarikatta değil diyerek babasının teklifini nazik bir şekilde reddetmiştir. Gördüğü bir rüya üzerine Mısır’a gitmiştir. Burada eğitim görmüş ve Kadri Tarikatı’na usûlden (biat etmemiş) bağlanmıştır. Ancak bir gece rüyasında Abdullah Geylani Hazretlerini görmüş ve şeyhinin Anadolu’da olduğunu öğrenmiştir. Anadolu’da bulduğu şeyhi Şeyh Mehmet Efendiyle uzun yıllar geçirmiştir. Ve daha ilk karşılaşmalarında daha kapıdan girer girmez Şeyhi “Gel bakalım Mısri.” diyerek yanına çağırmıştır. Niyaz-i Mısri’nin şeyhi Şeyh Mehmet Ümmi Sinan’ın halifesidir.
Niyaz-i Mısri ilk şiirlerinde ‘Visali’ mahlasını kullanmıştır. Uşak’tan Elmalı’ya geçmiş ve burada 9 sene boyunca seyr-i sülûkunu tamamlamıştır. Daha sonra şeyhinin desturuyla konuşmaya başlamış ve bir daha da susmamıştır. O dönemin dar kafalıları tarafından her söylediği yanlış anlaşılmış bir türlü hakkındaki dedikodulardan kurtulamamıştır. Uşak’tan sonra Kütahya’ya geçmiş ve burada da konuşmalarına devam etmiştir. Yaşadığı problemler 1661 yılında başlayıp 1673 yılına kadar sürmüştür. 1673 yılında verdiği bir vaazla İstanbul’u birbirine katmıştır.
(19-24)