” Küpün içinde ne varsa, dışarı o sızar.”
Hz. Mevlana
Zâhir ve Bâtın, sufi literatürün en önemli kavramlarındandır. Lugat manasıyla zâhir, “Meydanda olan, görünen, açık ve belli olan yahut bir şeyin görünen tarafı, dış yüzü, dış görünüşü” anlamı taşırken bâtın ise “İç yüz, dâhil, derûn” anlamına gelir. Yine zâhir tasavvufta “Tasavvuf ehline göre işin şeklinde kalan, mânâ ehli olmayan kimse” demek olurken Bâtın ise “Sır ehli, gizliliklere vâkıf olanlar, irfan ehli” manalarına gelir.”
Bu iki kavram, tasavvufi manada uzun uzun izah edilebilecek bir anlam zenginliğine sahiptir. Fakat bizim gayemiz, bu iki kavramın bu tarafını izah etmekten çok sosyal olayların açıklanmasında kullanılıp kullanılamayacağı üzerinde düşünmek olacaktır.
Peki, buna neden ihtiyaç duyuyoruz? Şöyle ki bugün yaşadığımız hayat içinde karşımıza çıkan her tülü ferdi ve ictimai problem zâhir tarafıyla ele alınmaktadır. Mesela bir haber bülteninde cinayet, taciz, hırsızlık gibi hem feri hem de ictimai boyutu olan hadiseler sadece “ne olmuş” en fazla da “nasıl” olmuş” sorularının cevabını verecek şekilde aktarılmaktadır.
Bu tür bir aktarım biçimiyle biz meselenin ancak zâhir tarafı hakkında malumat sahibi olabiliyoruz. Çözüm yolu da buna göre belirleniyor. Mesela bu suçlulara verilen cezaları çoğaltıyoruz. Fakat çok geçmeden benzeri yüzlerce problemle tekrar karşılaşıyoruz. Dahası belli bir suçtan ceza alıp tutuklanan kişi, tutuk evinden çıktıktan sonra aynı suçu işleme devam etmektedir.
İşte probleme bâtın penceresinden bakmak, bu noktada önem kazanıyor. Çünkü böyle bir bakış, içerden bir bakış olduğu için “sonuç”a göre değil “sebep”e göre düşündürecek ve alınacak tedbirler, yapılacak işler ona göre belirlenecektir.. Dolayısıyla meseleye böyle baktığımızda “Ne olmuş, nasıl olmuş” sorularının yanında esas olarak “neden olmuş” sorusunun cevabını bulabilmekteyiz. Bunu bulduğumuz andan itibaren ise problem kökten çözüm imkanına kavuşmaktadır.
Ne yazık ki biz uzunca bir zamandan beri böyle bir bakış açısını unuttuk. Unuttuğumuz için de karşılaştığımız problemlerle ilgili zahirde ne tür tedbirler alırsak alalım mesele içten, kökten ele alınamadığı için çözülememekte daha da kötüsü çoğalmaktadır. Bugün adalet, güven, sevgi, barış, iyi inan olma, üreticilik, çalışma adına faydalı ve güzel manasında meydana gelen olaylar giderek azalırken, savaş, cinayet, hırsızlık, tembellik vb. olarak adlandırılan olaylar gittikçe artmakta, hiçbir siyasi, ekonomik, hukuki tedbir bunları önleyici olamamaktadır.
Öyleyse biz yine bu tür olayları daha önce de yaşayanların bunlara içerden bir bakışla nasıl çözümler bulduklarına da bakmamız gerekiyor. Tasavvufi ahlak eğitimi geçmişte bunun için vardı. Bu ocaklarda hamlıktan kurtulup olgunluğa ulaşan insanlar, cemiyette bir suç makinesi olarak değil iyiliğin, güzelliğin bir numunesi olarak yaşıyorlardı. Gerek fertte gerekse cemiyette ortaya çıkabilecek sorunlara birer bâtın ehli olarak bakmayı bildikleri için suçlara karşı tedbir alacak devletin işini de kolaylaştırıyorlardı.
Meseleye içten bakmak deyince burada hemen Yunus Emre’nin “Risalet’ün-Nushiyye adlı mesnevisi hatırlanmalıdır. Bu eseri dikkatle okuyanlar şunu göreceklerdir. Asıl düşman dışımızda değil içimizdedir. Asıl savaş dışımızda değil içimizde verilmektedir. Eğer kişi, gönül şehrini imar edebilmişse ondan dışarıya, zahire hiçbir kötü söz ve davranış sadır olamamaktadır. Mesela içindeki kibirle savaşıp bu savaşı kazanarak mütevazılık haline sahip olan birinde kibrin sebep olabileceği bir davranış zuhur etmez. O zaman anlarız ki, bugün dünyada karşılaştığımız savaş, cinayet, nifak, kıskançlık, açgözlülük dışarıda bunların neticesi olarak zuhur eden hadislerin batın sebepleridir. Zira bir bitkinin tohumları toprağın altında, içindedir. Dışarıda ne olmasını istiyorsak içeriye onu ekelim. Aksi halde eğer rüzgar ekmişsek fırtına biçmeye razı olacağız demektir.