“Karanlık zamanlarda, göz görmeye başlar…”
(- Theodore Roethke, “In a Dark Time”)
Bu söz bir misyonun ürünüdür, öyle bir misyon ki beni dünya genelinde dolaştırdı sonra köklerime geri döndürüp bu yolculuğa başladığımda hiç düşünmediğim ve tasarlamadığım bir İnsan’a, ‘Ben’ oluşuna yönlendirdi. Yirmi yılı aşkın bir süre boyunca, depresyon, anksiyete, kronik hastalıklar, fobiler, takıntılı düşünceler, travma sonrası stres bozukluğu ve diğer güçten düşürücü koşullarla mücadele eden bireylerle tanıştım içimde, hatta aynada kendimi dahî izlemiş olabilirim.
Birçok Ben, yıllar süren ilaç tedavileri ve diğer müdahalelerin, belirtilerinin kaynağını çözme ve acılarını giderme konusunda başarısızlıkla sonuçlanması nedeniyle cesaretleri kırılmış ve ümitlerini kaybetmiş bir ruh idi. Artık bu noktada dilimize vuran tek kelime, inandığımız tek gerçek, fikrimizden dilimize düşen zikir ‘Hastalığı veren Rabb’ im, şifasını da verir elbet.’ ibadeti / zikri idi. Ben’ dime uygulamalarımdan öğrendiğim şey şu ki, cevap sadece kendi hikâyemizin içinde gizli. Kalıtımsal zincirde yer alan acı/sevinç her zaman kendi kendine sona ermeyebilir ya da zamanla azalmayabilir.
Kişi, hikayesinin üstü örtülmüş ve yıllar içerisinde saklı kalmış olsa bile, hayat tecrübesine ilişkin parçalar ‘An’ lar’ yaşamaya devam edebilir. Velhasıl an’lar kişi yaşattığı kadar onunla yaşayabilir.
Ben ‘bulan kişiler’den olmak istedim. Her gün saatlerce meditasyon yaptım. Kötü düşünce toksinleriyle savaştım. Bu sürecin başından sonuna kadar, görme gücüm kötüleşmeye devam etti ve depresyonum derinleşti.
O zamanlar fark edemediğim şey, acı veren bir şeye direndiğimiz zaman sıklıkla kaçınmaya çabaladığımız acının süresini uzattığımızdı. Bu şekilde yaparak sürekli acıyı zamanaşımına uğratırız yani o an artık her an’ımıza hükmetmeye başlar ve yenilenmeyen her an ruhumuzun cezaevidir. Sürekli dışarıya bakarsak, hedefe ulaştığımızı fark edemeyebiliriz. Kendi içimizde değerli bir şey meydana geliyor olabilir fakat eğer uyumlu değilsek ve odaklanmazsak kaçırabiliriz.
Derinde ki bir ses, “Neyi görmek istemiyorsun?” diyerek, daha derine bakmam için beni teşvik etti. Bunu nasıl bilebilirdim? Tamamen karanlıktaydım.
“Gözlerinle ilgili problemin olmasaydı kim olduğunu düşünürdün?”diye sorduğumda içimdeki ışığı biraz daha parlattım. Görüşüm bulanıklaşmıştı artık en azından karanlıkta değildim, fakat her şeyin ötesinde’ben’ kendimi sakin hissetmeye başlamıştım. Ruhsal tedavi şiir yazmak, resim yapmak gibidir. İkisi içinde doğru yerde doğru zamanda olmak gerekir yani an da olmak. Bu faktörler ayarladığı zaman, bedende hissedilebilecek içimizden gelen anlamlı birşey harekete geçer. An oluşur, telaş sizi terkeder ve bir sonraki an için makaraya kendinizi bırakmanız gerekir. Bırakın an’lar birbirini takip etsin, birbirine bağlı basamaklar da emin adımlar atın. Bir resme erken ulaşırsak haz köklenemeyebilir. Bizi iç alemimize götürecek kelimelere çok erken ulaşırsak, onları içimize almak için hazır olmayabiliriz. An kovalanır veya terkedilmez ise resmi görmez, kelimeleri duymaz, onlarla aynı rezonansta olmayabiliriz.
Bir kitapta şöyle bir yazı okumuştum ve içimden an’lar gibi demiştim;
“-…. kelimeler, doğa gibi. İçindeki ruhu biraz ortaya çıkarır, biraz gizler.”
(Alfred, Lord Tennyson, ‘In Memoriam, A. H. H.)
Gitmekten korktuğumuz mağaralar, aradığımız hazineyi barındırır. Her an da yeni bir Sen tasvir edilir, o kadar benzer ki Ben sanırsın.
Ruhumuza anlar âyan ola, eyvallah.