İnsanın vefatı ân’ına hiç bir kimse müdahale etmemekte, edememektedir. Müdahale etmemenin gerekçesi şudur ki; Rabbiyle arasına girememektir. Tasavvufi mânâda da “ölmezden önce ölme” idrakı burada aşikardır. Müdahale edememenin gerekçesi ise o ân’a dışardan müdahale kabul edilmez, kişi yönünü yalnızca O’na dönmüştür.
Etrafımızda duymuşuzdur, görmüşüzdür, belki de şahit olmuşuzdur, o sekerat ânında ruhunu teslim etmekle meşgul olanın yanında sesli dahi konuşulmaz, hiç bir hâline müdahale edilimemektedir. Kişi Rabbiyle başbaşadır.
Doğum sırasında da öyledir aslında her ne kadar sağlık ekipleri doğumu yapan anneye ve bebeğe fiziksel ya da psikolojik bir müdahale yapıyormuş gibi görünse de doğuran kendi varlığını doğan kendi varlığını hakikatte yaşamaktadır, manevi doğum da (veled-i kalb) böyledir..
Rabblerinden, kendilerinden başka hiç bir kimse ne yaşadıklarını hakikatiyle bilmemektedir..
Doğumla vefat böyleyken ikisi arasındaki yaşamda neye ve kime ve ne derece müdahalelerde bulunuyoruz?
Bize kim, ne derecede müdahalede bulunuyor?
Doğumda da vefatta da Allah’ın inayeti murad edilirken yaşamda nasıl da sürekli bir’bir’imizin iç âlemine müdahale etmeye çalışılıyor..
Yaşam hayy’at bulma mekanizmasının kurulu olduğu bir sahnedir. İnsanın yaşarken hayy’at bulabilmesi diğerlerinin onunla Rabbi arasına girmeye çalışmasıyla kesintiye uğramaktadır. İnsan başka ilâhlar edinmeye başlar ve “Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Sen’den yardım dilerim.” Âyet’ullah’tan mahrum kalır. İnsanın insana yapabileceği en büyük kötülük buradadır..
Kendine başka ilâhlar edinmiş olan kimseye Allah’ın Rahmân’i rahmeti, yardımı ulaşmamaktadır..
Etrafımızla, sorumluluk hissi taşıdıklarımızla ilişkilerimize bu açıdan bakabilirsek onlara iyilik yapıp yapmadığımız çok açıktır.
Allah’ın murad ettiği kendimizi O’nun yerine koymamız değildir. Doğum da, yaşam da, ölüm de O’nun’dur, O’nun ilâhi varlığına aittir..
O’nun mülkünde, O’nun ol’anı, O’na iade etmek farzdır..HŞY