Modern algı, insanın tüm metafizik gerçekliğini yok sayarak onu etten, kemikten, sinirden mürekkep bir varlığa dönüştürdü. Bu durumda kalbi de sadece vücutta kan dolaşımını sağlayan bir organ olarak tanımladı. İnsanoğlu, kendine verilen akıl nimetine rağmen bu maddi tanımlamayı benimsedi.
Eğer birazcık düşünecek olsaydı hakikatin hiç de böyle olmadığını/olamayacağını anlardı. Zira varlığımız sadece maddi bedeni oluşturan unsurlardan ibaret değildir. Eğer öyle olsaydı insanoğlunun ne his ne fikir yanı olurdu. Mesela, inanmak diye, erdem diye, sevinmek, üzülmek diye, sanat diye güzellik diye bir meselesi olmazdı. Ne var ki bu gerçeklikleri göz ardı etti ve sadece yiyen, içen, uyuyan ve hayatı insan olmayan diğer varlıklar gibi maddi boyutuyla yaşayan bir varlığa dönüştü. Bir kalbinin olduğunu unuttu. İnsanı böyle tanımlamak, kalbi maddi bir organ şeklinde anlamak aslında Kur’an merkezli insan tanımına karşı yapılan bilinçli bir saldırıydı. Zira, tanımlar/tanımlamalar çok önemlidir. Düşünme ve hareket alanımızı tanımlar belirler. Benimsediğimiz yahut karşı çıktığımız kavramlar da ona göre oluşur ve şekillenir.
Şimdi meselenin aslına gelelim: Hepimiz biliyoruz ki insanı insan yapan, onu böyle görmemizi sağlayan asıl yanı maddi varlığı değil bir kalbe sahip olmasıdır. Zira kalp, sanılanın aksine insanoğlunun dini, manevi, ilmi, fikri, hissi, ahlaki ve vicdani hayatının merkezinde yer alır. Özelikle dinimizin irfani geleneği kalbe bu gözle bakar ve onu insan varlığının merkezine koyar. Nitekim, kalbin gönül olarak da ifade edilmesi onun bu metafizik yönünü belirtmek içindir adeta. Zira, gönül denilince kalp, müşahhas bir organ olmaktan çıkar ve mücerret bir organa dönüşür.
Kalbe, bu anlamı bizzat Kur’an-ı Kerim yüklemektedir. Kur’an ona yüklenen anlam, bu çerçevededir. Buna göre kalp, imana, hakikate, bilgiye ve hikmete dair kavramsal çerçevenin merkezinde yer alır. Bu yüzden Kur’ani hakikat, Hz. Peygamber’in kalbine nazil olur. O da bu hakikatlerin tebliğ ve temsilcisi olarak “tabibu’l-kulub” olma özelliği kazanır. Kuran’ı Kerim’in pek çok ayetinde kalbe vurgu yapılması da kalbin hakikat nezdindeki önemini gösterir. Eğer, bir inanca sahipsek, sevgi, saygı gibi değerlerin sahibiysek, hikmet diye tamamen kalbi olan bir hakikatten bahsedebiliyorsak bütün bunlar kalbin nasıl önemli bir kavram olduğunu göstermektedir.
Durum, Hz. Peygamber’in anlayışında ve sözlerinde de aynı ayrıcalıklı ve önemli yerdedir. Bu konuda Hadis kitaplarında yapacağımız küçük bir araştırma dahi karşımıza kalple ilgili pek çok yorumla bizi karşı karşıya getirir. Bunlardan en kuşatıcı olanı ise Peygamber Efendimizin “Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki, o iyi/doğru/düzgün olursa bütün vücut iyi/doğru/düzgün olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.”( Buharî, İman, 39) sözüdür.
Kalp, bu anlamlandırmayla en çok irfani geleneğimizde ele alınmıştır. Bu yüzden bu hadisin yorumunu da bu çerçevede yapmak gerekir. Mesela Yunus Emre’nin Risalet’ün-Nushiyyesi bu konuda bize önemli imkanlar sunar. Buna ve benzer pek çok irfani esere göre insan bedeni bir şehir ya da ülke gibi düşünülür. İşte kalp, bu ülkenin başşehri yani sultan’ın oturduğu şehirdir. Buranın sultanı ya Rahman ya da nefs yahut şeytan olur. Böylece kalbe hangisi hükmediyorsa her biri birer asker hükmündeki organlar, onun emri doğrultusunda hareket ederler. Mesela göz, helali görüyor ona bakıyorsa Rahman’ın emrinde değilse nefsin/şeytanın emrindedir. Nitekim söylemeye çalıştığımız bu durumu Peygamberimiz, bir başka hadisinde daha detaylı olarak şöyle belirtir:
“Kalp (bedenin) sultanıdır ve onun orduları vardır. Sultan düzgün/iyi olursa askerleri de düzgün/iyi olur. Sultan bozuk/kötü olursa orduları da kötü olur. Kulaklar bu sultanın habercileridir. Gözler bekçileridir. Dil sultanın tercümanıdır. Eller (tebaasını kuşatan) kanatlarıdır. Ayaklar postacılarıdır. Ciğer şefkat ve merhamet kaynağıdır. Dalak ve böbrekler (kendisine yönelen tehlikeleri bertaraf eden) tuzaklarıdır. Akciğer (hayatın kaynağı) nefestir. Sultan iyi olursa askerleri de iyi olur, sultan kötü olursa askerleri de kötü olur.” (Abdurrezzak, el-Musannef, XI. 221)
Büyük müceddit İmam Gazali bu hadisten ilhamla yaptığı şu yorumla bu konuda düşünmemizi daha da kolaylaştırır: Gazâli, ilhamını bahsi geçen bu rivayetten alarak şöyle der: “Kalb bir şehrin yahut memleketin hükümdarı gibidir. Beden ise nefsin vatanı, memleketi ve şehri gibidir. Bedenin diğer organları ve kuvvetleri sultanın işçileri ve sanatkârları gibidir. Akıl ve düşünce ona yol gösteren müsteşarları ve vezirleri gibidir. Şehvet ve arzu beden ülkesine yiyecek ve içecek taşıyan bir hizmetçi gibidir. Öfke ve hamiyet sultanın muhafızları gibidir. Ülkeye erzak taşıyan şehvet ve arzu yalancı, habis ve düzenbaz olduğu halde samimi görünür. Samimiyet görüntüsünün altında korkunç kötülükler ve öldürücü zehirler vardır. Onun asıl vazifesi düşüncelerinde samimi olan vezirlerin düşünce ve tedbirlerine karşı çıkmaktır. O, itirazlarından bir an bile geri durmaz. Beden ülkesinin sultanı hikmetli veziri ile istişare ederek bu habis hizmetkârın iğvalarına aldanmaz, ondan yüz çevirir, söylediklerinin doğru ve hakikat olmadığını tespit ederse, muhafızları onu tedip eder, vezir onu yönetimi altına alırsa, kendisini ve avânesini sultana boyun eğdirirse ülkenin işleri düzelir, âdalet hâkim olur; nefis akıldan yardım alır Gazab’ın hamiyeti ile edeplenirse, öfkeyi şehvete musallat ederse bütün kuvvetleri düzene girer ve ahlakı güzelleşir.( Gazâlî, İhya, III. 7)
Bu yorumlar da bize gösteriyor ki yukarıda alıntıladığımız Hadis-i Şerif’i anlamak hiç de zor olmayacaktır. Hele bu sözün bir savaş sonrasında “Cihad-ı ekber” kavramını açıklamak için söylendiği de düşünülecek olursa meselenin hakikati tam olarak ortaya çıkacaktır. Hz. Peygamber’in sözlerinin sahih bir aktarıcısı olan Hz. Ali’de bu konuda şöyle buyuruyor:”Cihatlardan en üstünü iki tarafının arasında yer alan nefsiyle cihat eden kimsenin cihadıdır.” (Vesail”u-ş Şia, c.11, s.124)
Bütün bunlardan sonra şunları söyleyebiliriz. Bir kalbimiz var bizim. Bizi insan yapan, düşünen, hisseden, analiz, sentez yapabilen yanımız kalbimizdir. Oranın bir sultanı vardır. Her organ, bu sultanın buyruklarına göre hareket eder. Öyleyse, kalbimiz üzerinde çokça tefekkür etmeli, insanlığımızı kalbimize göre tanımlayan Kur’ani anlayışı yeniden içselleştirmeliyiz.