Tasavvuf kelimesinin ortaya çıkış zamanı bilinmese de bu konuda çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Bunlardan en yaygın olanı, tasavvufî yaşantının Peygamber Efendimizden beri var olduğu ancak terimsel ifade olarak daha sonraları ortaya çıktığı düşüncesidir.
Düşünce ve kalp temizliğini esas alan tasavvuf, iyi insan olmayı hedefleyen bir eğitim sistemidir.
Bu eğitim sistemi nefsi merhalelerin terkibiyle seyr ü sefere tabi bir yolculuktur.
Yolculuğun esas gayesi Vedûd sevdanın tezahürüyle zuhura gelen dünya yaşantısı içerisinde insanın kendi öz kimliğini tanıyabilmesidir.
Beşeri âleme teşrif ile içte vuku’ bulan cevher, kıymet, bahşedilen esmâ -ismine her ne dersek diyelim-meydana çıkabilecek kabiliyeti kendinde bulmak için rûhun da desteğiyle durmadan çabalar.
Yolculuğu meydana getiren bu çaba ve iştiyak üzeri perdelenmediği müddetçe kendine bir seyir aynası bularak menziline doğru yürümeye başlar.
Zahirin hengamesine gark olan insan içinse bu durum perdelenmeler neticesinde “âmâ”lık ile sonuçlanır.
Ve kişi bu dünyadan öbür âleme uyanamadan yani gözleri kör olarak rücu eder.
Halbuki tasavvuf düşüncesinin temeli “ölmeden evvel ölmek” düsturuna dayanır.
Bu öyle haybeye çıkılacak bir yol değildir elbet.
Ser-baş olmak gerek…
Bir yâr ile hem-daş olmak gerek…
Menzilini aşk eyleyip sevdanın talipliğinde hayran olmak gerek…
İşbu ya:
“Tasavvuf yâr olup bâr olmamaktır
Gül-i gülzâr olup hâr olmamaktır”
Sinem Dilara Çimdiker