Sevdaya gark olunan bir gecenin koynunda, kalabalığın içinde yalnız kaldığımı hissettiğim an çıktın karşıma…
Aradığım sestin. En sessiz sesin içindeki melodiydin. Kendi şarkısını durmadan mırıldanan üstüne basa basa “sevdam” diye bağırdığın şarkın kulağıma dokununca gözlerim notalarını akıtmaya başladı.
Sineme akıp deryaya kavuşan notalar kendi güftesini hazırlamış bestekârına sunmayı diler idi.
Notalar melodinin derininde bestekârın nazlı edasını görünce sıraya dizilmiş kendini okumaya başlıyordu.
Hızlanan şarkıda nazlı bestekâr; “Yavaşla bakalım, bana uy!..” deyince melodi yavaşlar, sözler girer devreye.
Hayy Allah kalp ritme ayak uydurmuş aşk diye inler şimdi de…
Ağğ o nazlı bestekâr yok mu nasıl da tebessüm eder tüm cilvesiyle…
“Yetmez!..” der. “Haydi çal şimdi bir enstrüman!..”
Zorlanır eller… Lâkin vazgeçmezler. Kimine göre bir gitar, kimine göre bir piyano ya da bir saz… Yoksa nefes miydi elden maksat? Kendi bestesini hazırlayana en güzel yoldaş “ney”imiş. Derler ki; neyin yangını sese vurmuş firak kokusu saçarmış. Sözleri olmadan da divanlar yazarmış…
Bunu da başardığını zanneden yazar gururla sunar bestekâra.
Yine tebessüm eder bestekâr. “Yetmez!..” der. “E haydi şimdi hem çal hem söyle!..”
Eyvaha varmadan eyvallaha bürünür, çabalar tüm gücüyle… Ve ikisini BİR etmiştir artık. Hem çalar hem söyler.
Ney misali…
Sunar bestekârına.
Ağğ evladım ağğ…
Nasıl da yandın, yazdın, söyledin. Yetmedi çaldın. Ne yaptın ettin, kendini okudun. Hiç bitmez yanış. Yandığını yaz ki söyleyebilesin, kendi telinden dem vur ki sesi gür olsun, üstüne gül koy ki kokusu şahı olsun. Sen sen ol başka yerde arama…
E sonuçta bu dur ya;
“Beyte mısradan girilir, içinde İnsan dürülür…”