Ölüm ve hayat gerçeğinin iç içe yaşandığı bir dünyada bunca varlık davası gütmek niye?
Aslolan bir hayy’atın varlığında şadaniyete kavuşmak var iken maddi yokluğun ve karmaşanın içerisinde kaybolur insanoğlu.
Öyle ki sade bir ân’ın içinde huzur ile yaşamak varken sıkıntılarımızın takıntıları üzerine bir ömür süreriz.
Takıntılarımıza rabt olur, üstüne üstlük kendi kendimize yarattığımız sıkıntıları çile bilmeyi de bir ödev sayarız.
Bir düşünsek…
Rabbimizi yani içimizdeki öğreticiyi keşfettiğimiz vakit yaşamın geçiciliğini anlayacak ve aynı zamanda hayy’atın ebedi varlığını idrak edeceğimiz o ân’a doğru çekileceğiz.
Belki de yaratılışın tüm hakikatini barındıran mutlaklığın varlığındaki nûraniyeti keşfedeceğiz.
Bazen bu düşüncelerin bendenizi içine içine çektiğini hissederim.
Uluhiyetin doruklarında varlığını sürdüren ve yaratma kudretinin yüceliğini karşısında aczliğin içinden yücelen bir hayraniyetle ezelden gelen bir bilme dürtüsüyle tefekkür deryâsında mest olurum.
Öyle ya buyuruyor Azimüşşan: “Bilinmeye muhabbet ettim ve kainatı yarattım.”
Biraz düşününce bu muazzam hareketliliği ve devrânı yaratan Rabbe sonsuz bir şükür ile çıkıyorsun yollara.
Şükür sanki her ân bir rabıta içre kılıyor bedenini.
Ve şükür deryâsında daha bir acz hissediyor insanoğlu kendini.
Kadrini ve kıymetini bilmeye muhabbet eden insan daha büyülü bir bohçanın yanında buluveriyor benliğini.
Kat kat dürülü bir bohça.
Açtıkça açılan açıldıkça nûrdan bir kafes halini alan…
Hepsi muhtemel bir aşkın vârlığında erimek için.
Belki de viraneliğin kıymetinden divaneliğe yücelebilmek idi gayesi hayatın.
Aşkla kurulan birçok hayal…
Sevgilinin cemâlini, cemâlinden yansıyan o muazzam nûru görebilme iştiyakıyla yanıp tutuşma…
Özlemin yüreğin derinliklerine dokunuşunun bıraktığı o acıyla daha çok sevme isteğinin aynı ânda zuhurunun verdiği o tatlı huzur…
Aslında muhabbetle yücelen bir sevdanın aşka dönüşmesi için tüm çaba…
En nihayetinde:
Aşk için…
Aşk ile…
Muhabbete…