An, tek hakikat… Tek gerçekliktir. An’da ne geçmiş ne gelecek vardır. Cümle yaratılan tek bir an’da zuhura gelmiştir. Ancak maddeye bürünmüş beden an’ın zaman boyutundadır. Çünkü madde an’ın oluşuna ayak uyduramayacak kadar ağır ve âtıldır.
Zaman, an’ın sonsuz uzayıp yavaşlamasından meydana gelmektedir. Zaman mefhumunda geçmiş, gelecek kavramları ayrıdır. Bir süreçmiş gibi maddeye bürünen yapımıza uyumlanır aslında an… Zamandaki vakitler yani gece-gündüz, sabah-öğle, saat-sanise, dün-bugün-yarın, geçen ay-gelecek ay, geçmiş- gelecek… Hepsi an’ın bütünlenmiş hali değil mi? Ya da an’ın bölünmüş, parçalara ayrılmış ve uzayarak yavaşlamasıyla vuku bulmuş halleri…
An, Tek olanın uzayarak bir’den yansımasındaki ol’uşun vuku bulmasıdır. Bu ol’uş an’da olur. Zaman ise bu ol’uşu yavaşlatarak işletir. Misalen yaralarımızın iyileşmesi an’da kısacık bir sürede olur ve biter. Ama beden bu hıza uyumlanamaz. Bu hız ışık hızının da ötesinde olduğu için uyumlanamaz, yok olması demektir. Yok olamayacağı için de Yaratan(Tek olan) bu hükmünü yavaşlatarak vücuda indirir. Zaman mefhumuna uyumlanan insana an’da oluşan tüm tesirler yavaş yavaş nüzul eder. Bu da O’nun kulunun üzerinde koruyucu olmasının bir izharıdır.
An öyle hızlı bir mefhumdur ki bir nefes alışın da ötesindedir. Cüzzi aklımızla ve cüzzi bedenimizle an’ın varlığını anlamlandıramayız. Yetersiz kalırız çünkü… Insan anlamlandıramadığı bu mefhumu zamana yayar ve zamanda kendini kaybeder.
Insan’ın an’da fiziki varlığı ile olması zordur.
Düşünelim insanoğlunu… Ya geçmişte yaşar ya gelecekte… Ya geçmişe takılıp hala onunla uğraşır ya da geleceği planlar durur. An’ı yaşayamaz. An’da değildir. An’daki hıza odaklanıp adapte olamaz. Bu zordur. Çünkü öyle bir alışmışızdır ki zamanın yavaşlığı ve âtıllığına an’a gelemeyiz. Halbuki an’da olmak canlılıktır. An hızındaki hareketliliğin tesirini ya da şöyle ifade edelim; An’ın enerjisinin tesirini hissetmesiyle canlanır. Nefes alış-veriş değişir. Normal nefes alış verişin ötesine geçilerek nefesteki canlılık hissedilir. An’a odaklanmada tüm algılar açılır. Düşünce hızlanır. Akıl düşünce hızına yetişemez. O noktada gönül devreye girer ve gönülen düşünce akışı sağlanır. Bu akış öyle hızlanır ki gören göze görünmeyen ya da görünmesi için yavaşlatılan her şeyin ilm-i hakikati ifşa edilir: IŞK… NUR…
Her şey ışk’tır. Işk’tan ibarettir. An’da olmak ışk’ın ol’uş döngüsüne şahit olmayı getirir. Bu öyle bir tecellidir ki bir an’da olup biter gibi gelir çünkü insan bedeniyle orada kalamaz. Sürekliliği beden haliyle sağlayamaz, sağlamaya kalkarsa o hızın enerjisiyle beden yok olur. Evrendeki Kara delik gibi düşünelim. Kara deliğin yani zamanın ötesine geçmek kara delikten ötesindeki var oluşa geçmektir ki o geçiş sırasında madde uzar ve incelir. Madde bir ip inceliğinde olacak kadar parçalanarak birleştirilip uzatılır. Tıpkı An’dan zaman boyutunun oluşumu gibi… Bu geçişte öyle bir çekim vardır ki yani öyle bir enerji vardır ki buna madde karşı koyamaz ve bu delikten öteye geçişte karşılaştığı tek şey ışıktır. Ve o ışkın izharının şahitliğinde madde yoktur. Maddenin ötesindeki hal yani ruh-bilinçsel şahitliktedir.
An’daki bu ışk ya da nur’un tesiri öylesine akla yakıcıdır ki çünkü akıl bu mefhumu anlamlandıramaz, somutta kalır. Bilinçsel döngüler tam anlamıyla hazır olmadığında ise bir koruyucu el üzerinde olmaz ise delilik hali vuku bulur. Aklî melekeler yitirilir. Ancak insan an’da var oluşa kendini adapte edebilir o da zaman mefhumundan yavaş yavaş kendini sıyırarak, soyutlayarak… Bilinçsel olarak geçmiş ya da gelecekte değil şimdiye odaklanıp döngüdeki enerjiye uyumlanarak zaman mefhumunda kendi perdelerini aralayarak hakikatine tarik eyler. An’daki yolculuğunda hem geçmiş vardır hem gelecek… Hepsi an’da olup bitmiştir. Bu idrak ile zamanın ötesinde an’da vuku bulunan her oluşa şahit olur. Böylesi İns’an’a “Vaktin Efendisi” denir. Insan, an mefhumunun hakikatine kendinde ulaşmayı dilerse o zaman Vaktin Efendisi’ni bulmalı ki o hem koruyucu el olsun hem de an’a seyrinde sana rehber olsun.
Huzur an’da… sen an’da isen Huzur Sen’de… Hakikat an’da… An hakikatte… Sen’in hakikatin ân’da…