Yıllar önce televizyonda kısa bir belgesel izlemiştim. Tabiyatta irili ufaklı parçacıklar halinde kayaçlarda ve ince parçacıklar halinde dere yataklarında bulunan altının külçe haline getirilişi anlatılıyordu.
Bulunması, çıkarılması ve işlenerek külçe haline dönüştürülmesine kadar geçen sürede altının başına gelmedik kalmadı.
Zavallı altın değer kazanabilmek için önce toplanıyor, sonra birtakım işlemlerden geçiriliyordu. Yüksek ateşlerde eritiliyor, kızgın lav görünümündeyken çeşitli ebatlardaki kalıplara dökülüyor, şekil alınca da kor halinde kalıptan çıkarılıyor, uzun saplı bir kıskaç ile buz gibi bir suyun içine atılınca birden bire soğuyordu. O anda yankılanan ses ve dumanı hâlâ hatırlıyorum… Soğuyan külçe altınlar törpüleniyor, paketleniyor ve sevk ediliyordu.
Altının hikâyesi belgeselde gösterilenle sınırlı değildi şüphesiz.
Külçe altından çeşitli takılara dönüşmesi, lira altın halinde basılması, uzay uydularında ve elektronik sanayide kullanılır hâle gelmesi de çok daha zor yeni süreçleri gerektiriyordu.
İşe yarar hale gelebilmek için altının ne kadar çok acı çektiğine şahit oldum. Ki, külçe altın olmakla iş bitmiyor, belki de yeni başlıyordu. Aslında belgesel altını değil insanı anlattı. Kuyumcunun elinde son şeklini aldığında altın “Hamdım, piştim, yandım” diyordu adeta.
Tabiyat şartlarından etkilenmeyen altın, diğеr metаller gibi başka еlеmеntlеrlе bіrleşmіş оlarak değil tabiatta tek bаşınа yer alıyor. Kendisi bir metal, ama diğer metallerden farklı. Tıpkı insan gibi. İnsan da yaratılmış bir canlı varlık, ama yaratılmışların en şereflisi olarak diğerlerinden farklı ve daha üstün niteliklerle donatılmış.
Saf olarak kabul edilen altın binde 999,9 saflıkta. Yani %100 saf altın esas olarak tabiatta bulunmuyor. Bu özelliği ile altın, adeta peygamberlerin bile hatadan uzak olmadığını sembolik olarak bize hatırlatıyor. İnsanı kemalâta ulaştıran da mükemmelliğin sadece Allah’a mahsus olduğu idrakine Aşk ile kavuşması, ‘ben’lik davasından vazgeçmesi değil midir?
Velhasıl yaygın bir tasavvufî deyişi hatırlamamak mümkün değil: “Allah Allah’lığını kimseye bırakmaz”. Ne var ki tasavvufu idrak etmekten uzak olanlar bilir bilmez konuşurlar. Hariçten gazel okudukları için, örtülü şişkin egosu ile insanın yolunu sarpa uğratan sözde mürşid ile yolcuyu menzile ulaştıran kâmil mürşidi aynı görürler. Benzer şekilde, tasavvuf ile olan ilgisi sosyal çevre ve kimlik edinmek kaygısı düzeyinde kalanlar ile hakikat Aşk’ını düşünce-duygu-davranış bütünlüğünü içinde yaşamaya çalışan gerçek yol erenleri arasındaki farkı göremezler. Hatta yol almak gayretinde olan gönül dostlarının, sanki onlar mükemmellik iddiasındalarmış gibi, hatalarını kollarlar. Çünkü farkları görebilmek için bilmek gerekir. Tasavvuf ise hâl bilgisidir. Dolayısıyla onca laf kalabalığına rağmen aslında tasavvufun ne olduğunu hiç bir zaman bilemezler. Gazeli yakından okusalar bile her zamanki gibi detone olmaları kaçılmazdır.
Mürşid-i kâmili ve ihsan sahibi sâliki yokluktaki varlığa ulaştıran şifre, mükemmelliğin sadece Allah’a mahsus olduğu hikmetini yaşıyor olmalarıdır. Onların her biri Yaradan karşısındaki acziyetini idrak etmiştir ve kulluğun tadına varmıştır. İdrak ise lafla olmaz. İdrak, düşünce ve duygunun eşzamanlı yaşanması ile oluşan bir hâldir. Bu ise Aşk ile mümkün olur.
Altın bize başka şeyler de söylüyordu. İçindeki altın oranı düştükçe altının sertliği artarmış. Altın miktarı çok olduğu için 24 ayar altın yumuşak olurmuş. Kuyumculukta kullanılmayacak kadar saf ve yumuşak. Diğer altınların ayarını belirleyen bir mihenk taşı işlevini görüyor. Altının içindeki altın miktarı ise, gönlün ağyardan yani Hakk’tan gayri olandan ne kadar temizlendiğini ve nefsin tasallutundan ne kadar kurtulmuş olduğunu simgeliyor.
Bu ise acı çekmeden olmuyor. Ancak hayat adildir. Hayat herkesi silkeler. İnsanlık tarihinde hiç bir zaman her istediğine ulaşan, tam istediği gibi bir hayat yaşayan biri olmamıştır. Bir imtihan alanı olan dünya, kimsenin keyfine göre dönmemiştir. Ayrıca eşitlik ile adalet kavramlarını birbirine karıştırmamak gerekiyor. Herkese kaldırabileceği kadar yük verilmiştir.
Bazen sizin için kolaylıkla üstesinden gelebileceğiniz bir sorun, bir başkasına çok ağır geliyor olabilir. Ya da sizin yaşamakta olduğunuz daha büyük zorluklar karşısında çektiğiniz sıkıntı onun görece hafif sorunlar karşısında yaşadığı sıkıntıların yanında tüy gibi hafif kalabilir. Tam da bu noktada kıyas, şeytanın mantığı olarak kabul edilir. Bu tür karşılaştırmalar Allah’ın adaletini sorgulamak demektir. Teslimiyete giden yolda, yol kesen eşkıyamızı kendimiz yaratmış oluruz.
“Yort Ey Gönül” başlıklı şiirinde Yunus Emre başkaları ile kendimizi mukayese etmeyelim diye bizleri “Başkaları ile uğraşan nefsine haddini bildir ve nefsini bu yanlışından kurtularak yoluna devam et, yoksa ilerleyemez yolda kalırsın” diye uyarıyor ve çözümü yine Aşk’da buluyor:
Nefsdir eri yoldan koyan, yolda kalır nefse uyan
Ne işin var kimse ile, nefsine kakı boş yürü
(…)
Kimse bağına girmegil, kimse gülünü dermegil
Var kendi ma’şûkun ile bahçede ol alış yürü
Velhasıl arınarak ve halden hale geçerek Allah’ın indinde değerli hale gelebilmek için insan, tıpkı altın gibi, acı veren zorlu bir süreçten geçmek zorundadır. Ne var ki, heva ve heves yüzünden acılara ve üzüntülere neden olan nefs, bu hâlden kurtulmak için sonu gelmeyen isteklerden vazgeçmek yerine bilinçsizce olana bitene tepki göstermeyi tercih eder. Oysa acılar tepki ile yok olmaz; teslimiyet ile son bulur.
Teslimiyet, zuhurata tabi olmaktır, yani olan bitene düşüncede ve duyguda itirazı bırakmak, söz ve/veya eylem ile gerekeni yapmaktır. Bazen gereken, hiç bir şey yapmamak olur. Herhangi bir eylem olmadığı zaman bile teslimiyet özünde dinamiktir. Teslimiyet hayatın, o dinamik olağanüstü ahengine katılmaktır. Teslimiyet bizi, bize şah damarımızdan yakın olan Allah ile buluşturur.
Hayatımız boyunca bazen söz ve davranışlarımızla ve çoğu zaman düşünce ve duygularımızla ne kadar çok şeye tepki gösterdik! İtirazlar içinde kıvranarak dualar ettik! Ne değişti? Eğer hâlâ aynı itiraz halinde isek değişen bir şey yok demektir. Belki görünürde bazı şeyler değişmiştir, ama özünde hiç bir şey değişmemiştir.
Özdeki değişiklik, zorlukların aslında bize zulm olmadığını, aksine gönül sarayının nefsten ve onun isteklerinden temizlenmesi için bir lütuf olduğunu kabullenmekle başlar. Dünya yükünden kurtulmak anlamına gelen bu gönül temizliği Şemseddin Sivasî Hz.’nin mısralarında şöyle can buluyor:
Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan
Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pürnûr olmadan
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk
Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan
Öfke, üzüntü, stres, kaygı olarak ortaya çıkan tepkisel düşünce ve duygulardan temizlenen gönül, teslimiyetin getirdiği huzur, sürur ve ferahlığı yaşamaya başlar.
Bu yazıda ne acı üzerine güzelleme yaptık, ne de acıya meydan okumaya çalıştık. Her iki tutumu da, nefsin kandırmacaları olarak görüyoruz.
Türk pop müziğinin klâsikleri arasında yer alan Yalnızlık Senfonisi’ndeki gibi “Acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette; Bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum; Hadi gelin üstüme korkmuyorum” demekten kaçınır insan. Zira söz bir talep olduğu için, acılara böylesine bir meydan okuma cesaretini göstermenin ya da cehaletine düşmenin getirisi ağır olabilir.
Tasavvuf inceliklerle doludur. Her ne kadar Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz. Tefvizname’de “Lütfu da hoş, kahrıda hoş” diyor olsa da, gönül ustaları “Siz kahr talep etmeyin. Ağır gelir. Cemal talep edin” derler. Zira söz taleptir. “Lütfu da hoş, lütfu da hoş” denilmesini tavsiye ederler. “Narı da hoş, nuru da hoş, demeyiniz. Nuru da hoş nuru da hoş deyiniz” diye eklerler.
Hayat, zorluklar ve kolaylıkların iç içe yaşandığı darlık ve genişlik zamanlarını insandan insana çevirir durur. Güzellikler, sevinçler ve kolaylıklarla beraber çirkinlikler, acılar ve zorluklar hep olacak. Önemli olan başımıza gelenler değil, başımıza gelenleri nasıl karşıladığımız ve ne yaptığımızdır. Öyle bir yol izleyelim ki, iki cihan saadeti bizi kuşatsın.