İnsanın sosyal bir yönü vardır. Topluluk içinde yaşar, lâkin dünyaya yalnız gelmiştir, yalnız gidecektir. Bu nedenle denilebilir ki İslâm insanı toplu yaşamdan bireyselliğe taşır. Burada eş, çocuk, anne-baba, mal- mülk özetle dünyaya ait ve sonradan edinilen ne varsa şöyle bir tarafa bırakılıp sağlam bir kıyam ile sağlam bir yöneliş olmalıdır.
İnsanın sosyal bir varlık olması, bazı durumlarda ibadetlerin âdete dönüşmesine yol açmıştır. Cenaze namazında olduğu gibi bir ibadeti bir kişi gerçekleştirdiğinde yükümlülük kalkmakla birlikte, eğer kişi o ibâdeti yapmadıysa yapmadığı gerçeği değişmez. Ayrıca annemizin, babamızın, şeyhimizin, pirimizin bir ibadeti yapmış olması bizim yükümlülüğümüzü kaldırmaz.
İbâdet rutinin, akışın dışına çıkmaktır. Zaten de Efendimiz(sav) insanların dünya işlerine fazlaca daldıklarını gördüğünde öğle namazını uygulamaya geçirmiştir. Fakat zamanla namaz bizim gün içindeki âdetlerimizden olmuştur. Öyle ki yerine getirilmesi farz fakat aradan çıksın zihniyetiyle yapılan bir ibâdete dönüşmüştür. Oysa ibâdetlere göre bir yaşam düzeni oluştursak hem ibâdetlerimiz hem de dünyevî yaşantımız daha düzenli olacaktır. Ayrıca kurulan düzen fıtrata uygun düşeceğinden kişi yaşamına bölünmeksizin, zorlanmadan devam edecektir. Hayatı namaz gibi yaşamak, nehri tersine akıtmak gibidir.
Eski Yunan’da da Roma’da da hatta çoğu topluluklarda sınıfsal düzen hâkimdir. Düşünürler ve din adamları, askerler, burjuva sınıfı ve köleler ufak tefek isim ve nitelik farklılıklarıyla insan topluluklarının sınıflarıydı ve tüm devletlerde mevcuttu. Bazı ülkelerde hâlâ mevcuttur. İslâm, sınıfsal sistemi bozmuştur ve “her insan özgürleşme potansiyeline sahiptir.” demiştir. Çünkü Allah direk insanı muhatap almaktadır, topluluğu değil. Topluluğa söylediği şeylerde de tüm öğrettiğini bireysel olarak öğretmiştir. Meselâ Peygamber efendimiz(sav), kişilere öğrettiği şeyi çift taraflı öğretmiştir. Bir tarafa hizmet etmeyi söylerken diğer tarafa başkasından bir şey beklememeyi öğreterek insanların birbiri üzerinde baskı unsuru oluşturmasına mani olmuştur.
İslâmiyet özgürlük, sorumluluk demektir. Kaygıdır, yalnızlaşmadır. İnsanlar kolay kolay bunu göze alamamaktadırlar. Elle gelen düğün-bayram anlayışı kişilerin sorumluluk sahibi olmalarına engel teşkil etmektedir. Platon tarafından ortaya atılan mağara alegorisi olarak bilinen teoride insanlar bir mağarada yaşamaktadır. Kendilerine ışık oyunlarıyla gösterilen gölgeleri gerçek sanmaktadırlar ve tüm yaşamlarını gölgeleri seyrederek geçirirler. Yalnız içlerinden bir kişi mağaradan çıkar ve güneşi görür. Güneş hakikati temsil eder, hakikati gören uyanmıştır. İçeri dönerek tüm insanları uyandırmaya çalışır.
Birlikte yaşamak gerçekten insana öyle bir konfor alanı sunar ki artık insana sorumluluk almak, ayağa kalkmak, kıyam etmek çok zor gelir. Başkasının dediğine göre hareket edip sonuçta sorumluluğu üzerinden atabilmek kolay gelir. İşte İslâm bu konforu darmadağın etmiş, tüm insanlığın rahatını kaçırmıştır. Köleliğe hayır demiştir, ırkçılığa hayır demiştir, cinsiyet ayrımına hayır demiştir. Adaletsizliğe dur demiştir. Çünkü Allah, yaratırken insanı muhatap alıyordu ve eşrefi mahlûkat olan insanı Allah’ la muhatap olacak konuma gelmesi için uyandırmak gerekliydi. Bu kolay bir şey değildir. Hiçbir şey kolay değildir. Din de bazen yokuş bazen iniştir.