“Şüphesiz muttakiler cennetlerde pınarların başlarındadırlar. Rablerinin kendilerine verdiklerini almışlardır. Çünkü onlar bundan önce güzellik yapmayı adet edinmişlerdi. Geceleyin az uyuyorlar, seher vakitlerinde onlar tövbe istiğfar ediyorlardı. Onların mallarında dilenen ve yoksul olan için bir hak vardı. (onlar bunu veriyorlardı.)” (Zâriyat Suresi: 15-19)
“Şüphesiz o muttakiler cennetlerde pınarların başlarındadırlar.” (Zâriyat Suresi: 15)
Ya nedir pınar? Cennetin gayesi nedir? Cennet dediği, birkaç köşk ile huriden ibaret midir? Ya da cennet sadece öteki âlemin güzelliklerini içerisinde barındıran bir mekandan mı ibarettir. Ya bu dünya, o ne için vardır? Her şeyin karşılığı ahirette mi verilir? O pınardan kasıt nedir sahi… Rabbimin bana sunduğu nimetlerin bu yansıyan dünyada karşılığı yok mudur? Eğer öyle ise ânda yaşanan ilmin hakikatini nereye koyacağız? O şardan çağlayan ve sessizliğin çığlığında cân bulan o hakikat kelamlarını, Hakk dostlarının kelamlarını nereye koyacağız. Evet, onlar, o muttakiler, o Allah’ın emirlerine karşılıksız uyanlar ki cennetlerde pınarların başlarındadırlar. O cennetler ki Allah’ın gönül âleminde sunduğu O’nunla bakî oluşun verdiği huzurdan ötesi değildir. Evet o muttakiler, O’nunla daim huzurda ve bakî gönül rahatlığının neşvesindedirler! Ve evet onlar, o pınarların başlarındadırlar ki o pınar hakikat ilminin gürül gürül çağladığı, şüphesiz insanlığa rahmetin ve bereketin akıtılacağı kaynaklardır. O muttakiler, Hakk dostları, Hakk vârlığıyla hayat bulmuş her cân o pınarların başında Rabbimin sunduğu rahmet pınarıyla sulanmaktadırlar. Onlar ki âyette de buyurulduğu üzre Rablerinin kendilerine vermiş olduklarını almışlardır. Onlar; kendilerine bahşedilen ilahi kıymeti, içteki öz varlıklarını keşfetmişlerdir. Ancak bunu yapmadan evvel daima güzellik yapmayı adet edinerek hayatlarını o yönde şekillendirmeye gayret etmişlerdir. Kırmadan, kırılmadan, âleme sunulmuş her canlıyı gözeterek ve yaratılan her şeyin farkındalığını yaşayarak bu âlemde kendilerini bulmuşlar; o cennete, gönül birlikteliğine kavuşarak Rablerinin onlar için hazırladığı ve onlara sessiz harfleriyle duyurduğu o ilmi almışlardır.
Herkes kendi kabınca o pınarın başında Rabbinin onun için hazırladıklarıyla gıdalanır. Burada önemli olan iç âlemdeki cenneti keşfedip de cennetteki o pınarların başına vararak gıdalanabilmektir.
O muttakiler ki bu mutlak hale ulaşabilmek için geceleri az uyurlar, onların uykuları öylesine azdır ki… Ve onlar her anlarını tövbe ve istiğfar ile geçirirler… Her anları Allah’a ve verdiklerine tevekkül ile haşr olur…
Ve onların mallarında dilenenler ve yoksul olanlar için bir hak vardır. Peki nedir bu hak? Sadece bu dünyaya ait ve bu dünyada kalacak olan malk mülk mü? Yoksa o pınarlardan kaplarına dolanın paylaşımı mıdır bundan kasıt! Asıl gaye sunulan ilmin hak sahiplerine yani bundan yoksun olanlara olabildğince dağıtılması ve onların da kabının dolmasını sağlayabilmektedir.
Kur’an öylesine derin manalar içermektedir ki eğer bu kelamları sadece söz kısvesinde değerlendirecek olursak yüzeysellikten öteye gidemez, gidemediğimiz gibi de cennetin köşklerini arzu eder durur, insanın iç âlemindeki hakiki cenneti keşfemeyi hiç mi hiç arzulamayız. İnsanoğlu öylesine kalıplara sıkıştırılmış bir cennet arzusuyla yaşamaktadır ki… Ve rızık denileni öylesine maddesel düzleme sığdırmıştır ki… Ne deseler boştur böylesi insanlar için.
O hakiki muttakiler ki daha bu dünyada cennet sahibidirler ve o cennet ehli daima pınarların başlarında durup Rablerinin onlara sunduğu ilim rızkını alarak o (ilimden) yoksul olanlara hak olarak dağıtırlar.
Secde Suresinde buyrulur ki: “Bizim âyetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki kendilerine bu ayetlerle öğüt verildiğinde hemen secdelere kapanırlar, Rablerini hamd ile tesbih ederler onlar asla büyüklenmezler.” (Secde: 15)
Rabbinin kendisi için hazırladığı o nimetin şevkine bir kez gark olanlar için o yüce olanın karşısında yeniden ve yeniden büyüklenmek nasıl mümkün olabilir ki? O sessiz harflerin gönülden seslere, seslerden de kulaklara doluşuna bir kez şahit olsa insan… Ne arz kalır ne sema, ne can kalır ne canan… Sadece sessiz bir ses kalır geriye, kulakları her şeye sağır eden ve gönlün temposunu delicesine coşturan…
İşte o sesi bir kez olsun derinden hissedenler için korku yoktur. Onların “Yanları yataklardan uzaklaşır, (onlar) korku ve ümitle rablerine dua ederler.” (Secde: 16) ve onlar “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden hayır için harcarlar.” (Secde: 16)
Ve onlar daima sunarlar, Rabblerinden aldıkları nimetleri hak sahiplerine dağıtırlar…
Ve hiç kimse “onların yaptıklarına karşılık olarak, kendilerine gözlerini aydınlatacak nelerin gizlendiğini bilemez.” (Secde: 17)
Baktığımız âleme öylesine kör bakarız ki… Âlemin kendi içinde açılır ve kapanır olduğunun dahi farkına varmayız çoğu zaman. Kimler gelir geçer önümüzden görmeyiz. Aslında biz hakiki âlemi bırakın bir kenara şu an içinde bulunduğumuz âlemin dahi farkında olarak yaşamayız. Ve yaptığımız her şeyi öylesine mod-a-mod yaparız ki. Nefes farkındalığını bir kenara bırakın, sabah yataktan kalktığımız andan itibaren hareketlerimiz öylesine monoton ve bilinçsizce devam eder ki. İnsanın âlem farkındalığını geliştirebilmesi ve ân kavramının daimiyetini iç varlığıyla yaşayabilmesi için günlük hareketleri karşısında dahi bir farkındalığa sahip olması gerekir. İnsan yataktan kalktığında dahi “Evet, ben şu an yataktan kalkıyorum.” diyebilmeli kendine. Bu farkındalığı bir kez denese, aslında ne kadar sıradan ve farkında olmadan bir hayat yaşadığının farkında varacak.
Bu farkındalığı kendi içlerinde geliştirerek âleme farklı bir nazar ile bakmayı başarabilenler kendi keşiflerini daha kolay gerçekleştirerek Rablerinin onlara sunmuş olduğu feyizlerden doyasıya gıdalanırlar. Ve “hiç kimse onların yaptıklarına karşılık olarak, kendilerine gözlerini aydınlatacak nelerin gizlendiğini bilemez. Öyle ya, mümin günahkar gibi olur mu? Onlar bir olmazlar.” (Secde: 17-18)
Kim bilebilir ki göze görünenin şiddetini… Gözlerini aydınlatan, onları karanlıktan aydınlığa çıkaranın ne olduğunu… İşte bu yüzden sunulan her şey karşısında farkında olmalı insan. Kendinin farkında olmalı evvela, ki âleme cân nazarı ile bakmayı bilebilsin. Âlemin farkında olmalı mesela nûrun, hikmetin, ışığın ve karanlığın kıymetini bilmeli.
“Siz, nûru sadece şiddetli bir beyaz sanırsınız. O, siyahın içinden de görünür. Siz siyahın nûrunu bilir misiniz? Beyazın değil de O vârlığın nûrunu. İşte o, beyazın kuvvetinden daha şiddetlidir.”
O kuvvet şiddetli bir aşk ile dürülür içinize, dil konuşmaz, âlem duyulmaz olur… Bakmayın kör gözlerinizle âleme, onda sizin gördüklerinizden daha fazlası vardır. Bu fazlalığı nimet bilin canınıza ve farkında olun size sunulanların. Sunulanın şükrünü eda edin, acizliğinizi bilin ve kendinizdeki âlemi keşfedin.