Deniz gözlerin, dalgaların sesi sözlerindi. Beyazlar içinde böyle gördüm seni, böyle bildim. Uzak diyarlardan gelmiştin. Yorgundun. Dilinden çok gözlerindi konuşan… Ben onlardan çok şey anlamış olmalıyım ki kısa kestim seninle konuşmayı. Bütün bir hayatını ele veriyordu gözlerin. Gözlerin konuştuğu yerde sözlerin ne kıymeti olur ki… Bilirsin ki göz, özün aynası dil onun tercümanıdır. Asıl dururken tercümana gerek yoktu ki… İşte böyle oldu bir vuslat demi… Esen rüzgar, bize başka âlemlerin büyüsünü getirirken duyduğun yine bir nar çiçeği kokusuydu ve sen beyazlar içerisindeydin. Yüzümü değiştirmeden yüzüne baktım. Sendin… Olanca yalınlığınla… Her şeye rağmen yüzünde dağa bakmanın, oralardan gelmiş olmanın umudu vardı ve bu umutla yaşıyordun. Bunu biliyordum. Gönlünü görüyordum. Öyleyse başka şeyler söylemeliydim sana.
*
Şimdi sahil koylarında hangi arabesk şarkıyla yaşamak adına eğlenedursun insanlar sen biliyorsun ki, hayat bundan ibaret değildir. Elbet haylaz çocukları da olacaktır dünyanın. Geride kalanlar ne olursa olsun önlerinde kocaman bir hayat duruyordur. Onlar işte bu hayatın içinde gönüllerini uçurtmaların kanatlarına takıp bir çift ela gözün ateşinde yanıp öğrenebilirler insan olmanın hünerini… Madem ki vakti geldiğinde çiçekler açmakta, yağmur yağmakta, güneş doğmaktadır. Vakti geldiğinde bütün bunlar da olacaktır. Bu yüzden cellatların olmadığı bir dünyanın hayali hep kurulmalıdır. Rüyası hep görülmelidir. Böyle olmazsa kıyamettir Kudüs’ün yası. Ölümle yüzleşmek beraberinde hayatla yüzleşmeyi de getirecektir. Ve aşk bütün bunlardan önce ve bütün bunlarla beraber yine bütün bunlardan sonra hep var olacaktır. Biz göğe bakalım. Yıldızlara bakalım. Güneşe ve aya… Ve asla yanlış yollarda yürümeyelim.
*
Bak ki bahar gelmiştir. Yediveren gülleri açıvermiştir içimizde… Aşamaz mıyız öyleyse bizi bağlayan tuzakları… Şöyle bir tükürüp geçemez miyiz dünya denilen bu gamhâneye… Ezel ve ebed sevdası dillenmişse bir kez yazılmaz mı şiirler, söylenmez mi türküler… İçlerinde acı da olsa, keder de olsa beklemesini, sabretmesini bilenler için gün ışımayacak mıdır? Uğursuz dikenler kanatsa da ayaklarımızı bir kan renginde gülün rüyalarını görmeyecek miyiz? Göreceğiz elbet… Biz ki Yusuf’un masalıyla büyüdük. Kuyuların serin sularında ince sınavlardan sonra çıkmadık mı yeryüzüne… Güzelliğimize nice Züleyhalar tutulmadı mı? Gecenin pası çözülmedi mi böylece… Öyleyse elinde kalan bilete, kaçırdığın trene üzülme… Belki de yanlış trendi o. Doğrusu ise, uzaklardan, beklemesini bilenler için gelecekti ve bütün istasyonları hızla geçip sadece senin istasyonunda duracaktı.
*
Şimdi bu yaz öğlesinde saatini yeniden, bir kere daha kur. Yönünü kıbleye ayarla… Sularla arın ve toprağı öp… Sadece dudağınla değil yüreğinle, ruhunla öp… Bak, o vuslat demi mağarana nasıl bir ışık sızdıracak, kuyuna nasıl bir ip uzatacaktır. Üşümüşsen en harlı ateşler seni beklemektedir. Firavun ateşi de olsa yanmazsın nasıl olsa… Ateşi gül bahçesine çeviren kudret seninledir. Sen onunlaysa o niye seninle olmasın ki? Biz bu denli yalın bir gerçeği unuttuğumuz için bu kadar bunaldık ve çaresizlik denizlerinde boğulduk. Deniz dedim de Yunus peygamberin balığın karnında nasıl korunduğunu unuttuk mu yoksa… Bütün mesele sabırda ve gönüle şüphe tohumları ekmemekte… Ağlasak hasretinden Yusuf’un ve acıyla kör olsa gözlerimiz isyan değil de şükür ve sabır makamında isek Yusuf’un hırkasındaki o koku açmayacak mı gözlerimizi? Elbet açacak… Yeter ki karlı yamaçlara, sarnıçlara farklı bir gözle bak… Emaneti koru ve temiz tut. Ne yapsan bir tarçın kokusu duyacak, bir karanfilin kızıl gülüşleriyle uyanacaksın bir bahara…
*
Bana gelince… Ben ikindi sularında hep ölümü düşünürüm. Akşamın o sessiz gelişi serin bir rüzgarla beni karanlığa taşır ama ben yüreğimdeki ışığı hiç söndürmem. Böylece gecem gündüze döner ve seni yine görürüm. Onu görüyorsam seni görüyorum, seni görüyorsam onu görüyorum demektir. Sen, ben ve başkaları, her şey o değil mi? Ondan değil mi? Bunu bilmenin coşkusuyla kabarır denizlerim. Martıları çığlık çığlığa eşlik ederler benim şarkılarıma… Yaşıyoruz ve geleceğimiz var. Ölüm mü? Sadece bir perdeyi aralayıp özge bir âleme gidiyorsun. Yolculuk sürüyor. Sonu yok. Sonu yok dağların… Yol hep aynı yol. Yolculardır değişenler… Geriye kalansa tamamlanmayan bir düştür şimdilik…Onun peşindeyiz aslında… Tamamlandığında da zaten düş olmaktan çıkacak hakikate dönüşecektir. Ballar balını bulan kovanım yağma olsun diyecektir. Sen şimdi çok uzak mı diyorsun hakikat… Aslında değil. O uzakta değil ona uzak olan bizleriz. Hadi şimdi Veysel Karani’yi düşünelim ve onun gibi söyleyelim. Araya araya bulsam izini… Arayan bulacaktır elbet…Öyle dememiş mi ki erenler: Aramakla bulunmaz, bulanlar ise ancak arayanlardır diye… Bütün mesele paradoks gibi görünen bu bilmeceyi çözmekte. Gerisi gelecektir.
*
Şimdi bir şair şiire duruyor. Bir anne hayata yeni bir can sunuyor. Ve bir martı gökyüzünden kopup yanıma geliyor. Denizler kıskanıyor güzelliğini. Dağ başlarında bir çoban bir ateş yakıyor. Bir söğüt dalının gölgesi bir dereye değiyor. Bir ekmek kırıntısının izini sürüyor bir karınca. Yağmurlar yağıyor kurak toprakların üzerine… Bir kahramanın yüreğinde volkanlar kabarıyor. Madem böyledir devran hadi uçurtmalar uçuralım. Kırlara koşalım. Saçlarımıza kır çiçeklerinden taçlar takalım. Kuşları kafeslerinden salalım. Sefere çıkacak yolculara azık hazırlayalım. Filistin’e dualar gönderelim. Bütün isyanları duaya dönüştürelim. Ölmeyi yaşamaya, öfkeyi sabra, nefreti aşka çevirelim. Gözlerini kapa ve içine aç. Onun elini tut. Sonra hayata yeniden baktığında bir umuda yaslandığını göreceksin. Yüzün şimdi bir anne yüzü… Çiçekler açıyor bahçende… Sabahın önünde yine o duruyor. Görüyorsun artık değil mi? Şimdi ne yapabilir sana zehirli bir akrep? Hiçbir şey. Yüzüne iyi bak. Bu senin yüzün. Cemal orda… Aşka tutundun ve şeytanı yanılttın işte.