Asla, belâyı davet etmektir. Zira asla demek, sonsuz tecellileri ile hayatın olağanüstü dinamik ahengini her an yeniden yaratan ve işleten Allah’ın ilmine, iradesine ve kudretine farkında olmadan meydan okumaktır. ‘Asla’, nefsin etiketi olan ‘ben’in kendine güç vehmetmesinden başka bir şey değildir. Gizli şirk olarak da adlandırabilirsiniz.
Nefs her zaman her işe karışmaya hazır ve nazırdır. Kişinin bu gibi kelimeleri kullanma sıklığı nefsin terbiye derecesi ile ters orantılıdır. Ne var ki, Hz. Muhammed’in ahlakını örnek almış ve Allah’ın ipine sevgi ile sımsıkı sarılmış olan bir yolcu için de aynı tehlike söz konusudur. Yolcu uzun ince bir yolda gece gündüz gittiğinin ne kadar bilincinde olursa olsun, nefsi tetikte bekler. İnsanın ağzından bir ‘asla’ kaçıverir.
‘Keşke’ daha çok geçmiş zamana dair iken, ‘asla’ tüm zamanları kapsar. Sanki yapabilme kudretine sahipmişçesine nefs, “Asla!” diyerek kendini herkesin üstüne çıkarır ve kesin hüküm verir. Kendinden eminlik, kendini bir şey sanma, hatta bir meydan okuma vardır. Kısacası asla ve benzeri kelimeler, kibirli olmayan insanda bile gizliden gizliye ‘ben’liği besler.
Her şeyi yapabilecek gücün kendisinde olduğunu sanmanın yanı sıra kendini üstün görmek ve başkalarını kınamak da ‘asla’nın içinde saklıdır. “Asla bunu yapmam!” sözünün arkasında bir mukayese ve küçümseme saklanmıştır: “Başkaları yapar ama ben yapmam! Çünkü ben üstün niteliklere sahibim! Ben onlardan farklıyım ve özelim!”
Sadece asla kelimesini değil; ‘elbet, elbette, şüphesiz, kuşkusuz, mutlaka, ne olursa olsun, hiç, hiç mi hiç, eninde sonunda, er geç’ gibi kesinlik ve eminlik bildiren kelimeleri de kullanmamaya özen göstermeliyiz.
“Asla gitmeyeceğim. Kesin gelirim. Ona mutlaka söylerim. Eninde sonunda anlayacak” gibi sözlerden sakınmak bizi, hem nefsimize can katmaktan hem de mahcup olmaktan kurtarır.
Dikkat edersek bu gibi sözleri benlik-senlik kaydında kaldığımız, ‘ben’liğe düştüğümüz yani mülkün sahibi olan Hakk’ı unuttuğumuz zamanlar sarfettiğimizi görürüz. Bu gibi ifadeler dünyanın ıvır zıvırına takılıp kalmaktan, dünya ile oyalanmaktan başka bir şey değildir.
Nefsin bu çift yönlü meydan okuması karşılıksız kalmaz ve hayat bu tür büyük lâfları, söyleyene yedirir. Bu tecrübeyi yaşam tarzı, meslek, eğitim ve gelir düzeyi gibi farklı sosyolojik özellikleri olan ve farklı kişiliklere sahip insanlardan duyarsınız. Bu hakikat yaşayarak öğrenilir. Büyük lâf edip de sonunda lâfını yemeyen insan yoktur. Kendisinin farkına varmamış olması bu gerçeği değiştirmez.
Hayatın görünmeyen kanunlarından biridir: “Asla deme başına gelir”…
Çoğunlukla şarkılarda ‘asla’ bir itirazdır, meydan okumadır. Ama bizim yakalayabildiğimiz bir istisnası var. Bir Türkçe rap müzikte Ege Çubukçu’nun söylediği sözler bu saklı hayat kanununu dile getiriyor: “Asla asla asla yapamam asla; İşte bunu deme bana bunu yapma; Asla yapamam dersen dahası gelir başına”.
Atalarımızın “Büyük lokma ye, büyük lâf etme!” deyişi, en güzel ikazdır. Ettiğimiz büyük sözün sonradan yutması zor bir lokmaya dönüşeceğini anlatır. Bu gibi atasözleri de binlerce yıllık kollektif tecrübeden süzülüp gelen hikmetlerin gündelik dildeki yansımalarıdır ve hayatın şifrelerini verirler.
Ne var ki, bilmek yetmez. Bilginin anlamını görmek, sonra yaşamak da gerekir. Bilginin boş ezber olmaktan kurtulup anlam kazanması ve işe yarar hale gelmesi ise üç aşamalı bir süreç ile mümkün olur. Tasavvufta ‘bilmek, görmek, olmak’ şeklinde ifade edilen bu süreç aslında hayatın her alanında geçerlidir.
Bilmek, ilk adımdır ve çok önemlidir. Şüphesiz bilmekten kastedilen, üstünkörü ve dağınık bilgi kırıntıları veya yüzeysel bilgi karmaşası değil… Önemli olan doğru bilgidir. Doğru bilginin iç dünyamızda yani düşünce ve duygularımızdaki yansımalarını, yani etkilerini görmek ise ikinci adımdır. Son adım, bilginin davranışlarımızda yansıması, yani bilginin insan sayesinde can bulmasıdır.
Sadece ‘asla’ konusunda değil, tüm bilgilerle olan ilişkisinde de ‘bilmek-görmek-olmak’ sürecini işletebilen yolcunun yolu açılır. Zira bilginin varoluş hikmeti, hayata geçirilip insan ve tüm yaratılanlar için faydalı hale gelmektir ve hikmetin anlamı bu üç aşamalı süreç ile tamamlanır. Yolun açılması da bu yüzdendir; adeta bir mükâfattır.
Bilginin sadece dilde kalması ise bilgiye zulümdür. Zira bilgi amacına ulaşamadığı için hikmeti açılamamıştır, kısacası işlevini yerine getirememiştir. Bu yüzden bilgiyi sadece nakledenlerin, yani bilginin hikmetini kendi iç dünyasında gözlemleyemeyen ve bu bilgi ile amel edemeyenlerin yolu tıkanır. Bu ise yaptıkları yanlışın sonucudur. İnsan ne ekerse onu biçer. Ne var ki, çoğunlukla insanlar bilmek safhasına bile gelmeden, yani anlamını bilmedin bilgiyi diline dolar. Biliyorum sanar. Oysa sonsuzluğa nispetle bir ağacın altında soluklanmak kadar kısa olan dünya hayatında boş sözlerle oyalanmaya vakit yoktur.
Asla kelimesinin ‘bilmek, görmek ve olmak’ aşamalarındaki hâllerine bir bakalım. Asla, kudret kişideymişçesine kesin bir hüküm bildirir. Onaylamadığı bir eylemi kendisinin yapmayacağından emin olmaktır. Sanki takdir sadece ‘ben’imdir. Bunu bilmek ilk adımdır.
İkinci adım olan görmek, “asla” dedikten bir zaman sonra karşılaştığım tersine durumların iç ve dış dünyamdaki etkilerini gözlemlemek demektir. Asla ile cümle kurduğumda yaşadığım duygu hâli nasıldı? Bu soru, insanın kendi iç dünyası ile yüzleşmesi demektir. Bu yüzden görmek, “ayağı taşa çarpsa kendinden bilen” yani öz-eleştiri yapabilen insanların ulaşabileceği bir aşamadır.
Öz-eleştiri yapamayan kişiler, devasa bir ilme sahip olsalar bile, görmeyi beceremezler. Görmek, yapılan hatalar ve bunun sonucunda sadece maddi olarak değil duygusal olarak da ödenen bedeller üzerinde tefekkür etmektir. Bu yüzden yapılacak ilk iş, olan bitenin önce sebeblerini görmektir; sebeb-i hikmetini araştırmak değil. Ayağımın taşa neden çarptığını anladığımda zaten sebeb-i hikmet kendiliğinden açılacaktır. Bu yüzden “tasavvuf kâl değil, hâl bilgisidir” denilmiştir.
Bilmek ve görmek aşamalarından sonra dersimi almış isem, asla ve benzeri kelimeleri kullanmamaya başlarım. Bu, bilginin eyleme dönüşmesi demektir ve ‘olmak’ gerçekleşmiştir. Mesele çok bilmek değil az bildiği ile amel etmektir. Sevgili Hz. Muhammed “Bildikleriniz ile amel ediniz, bilmedikleriniz size öğretilir” demiştir.
Son aşama olmak, bilmek ve görmek aşamalarını da içinde barındırır. Şüphesiz bir aşamalar ‘keşke, asla,illâ’ gibi nefsin sevdiği kelimelerle değil her tür bilgi için geçerlidir. Sözgelimi; mecazi aşk ile ilahi aşk, inanç ile iman, hırs ile azim, tahammül ile sabır, meskenet ile teslimiyet gibi hayatımızı biçimlediren sayısız kelimeler arasındaki benzerlik ve farklıklar bilmek, görmek ve olmak süreci ile hakiki anlamlarına kavuşur.
Sadece asla kelimesini değil; “elbet, elbette, şüphesiz, kuşkusuz, mutlaka, ne olursa olsun, hiç, hiç mi hiç, eninde sonunda, er geç” gibi kesinlik bildiren kelimeleri de kullanmamaya özen göstermeliyiz. “Asla gitmeyeceğim. Kesin gelirim. Ona mutlaka söylerim. Eninde sonunda anlayacak” gibi sözlerden sakınmak bizleri, hem nefsimizi beslemekten hem de mahcup olmaktan kurtarır. Bu gibi ifadeler dünyanın ıvır zıvırına takılıp kalmaktan, dünya ile oyalanmaktan başka bir şey değildir.
Ne var ki, hatasız insan olmaz. Asla ve benzeri kelimeleri ağzımızdan kaçırdığımız anlar olabilir, olacaktır da… Eyvah! Şimdi başımıza gelecekleri mi bekleyeceğiz?
Tüm yarattıklarını ilim, kudret, sevgi ve şefkatle kuşatan Allah’a sığınmak, O’nu hoşnut kılacak davranışlarda bulunmak ve O’na aşk ile güvenmek her işin başı ve sonudur. Zorlaştırmayan kolaylaştıran Rabbime hamdolsun. O her şeyin devasını vermiştir.
Yapılan bir hatanın ardından Sevgiliyi hoşnut kılacak davranışta bulunamamış olmanın mahcubiyeti ile gönülden gelen bir “Estağfirullah” kainatın en güçlü silgisidir…