Bir gün genç bir delikanlı ve bir profesör sohbet ediyorlarmış. Öylesine kendinden emin biriymiş ki profesör, herkes gıpta ile bakarmış ona. Genç ise kendi hâlinde bir üniversite öğrencisiymiş. Gel gelelim sohbet koyulaşmaya başlamış. Tek anlaşamadıkları nokta profesörün hiçbir inancının olmaması olmuş. İnanç hadi neyse de inanan birine aksi bir söz söylemek çirkinleşmenin bir halidir ve karşılık göstermemekte biraz teveccüh işiymiş. Genç bir süre sonra dayanamayıp Allah ile olan bağı anlatmaya başlamış ve anlattıkça derinleşmiş cümleler. Sanki yaşadığı olaylar karşısındaki heyecanlı ve bir o kadar tutkulu hâlini anlatıyormuş. Evrim teorisinin gerçek dışı durumundan yaratılışın hakikiliğini, peygamberlerin varlığından kâinatın oluşumunu vs. anlatırken konu tasavvufa gelmiş. Genç “hâlden bir yaşam” diye tanımlamış tasavvufu. Profesör durur mu başlamış batıl bir inanç bu demeye. Çekişme devam ederken konu Mevlâna’nın Farsça yazdığı mesnevîsine gelmiş. Ters bir atılımla:
-Neden Türkçe değil? Bakın Yunus Emre Türkçe yazıyor herkes anlıyor. Fakat Mevlanâ’yı anlamak için çevirileri okumak gerek.
Küçük bir tebessüm etmiş genç delikanlı.
-Mevlâna Farsça yazdı anlamadınız. Peki, Yunus der ki; “Bir ben var bende benden içerü.” Alın size hepsi Türkçe. Anlamış olmanız lazım. Bana bunu açıklar mısınız? demiş.
Profesör telaşlanmış bir an. Düşündükten sonra bir cümle dile getirmiş. “Herhalde içine girmiş olan ruhundan bahsediyor.”
Tekrar gülümsemiş genç. Bakın düşündünüz ama düğümlendiniz. Bir cümleyi anlatmak sizin için ne kadar zor oldu. Önemli olan kelimenin, cümlenin Türkçe olması değil… Önemli olan o cümleden nasıl bir derinliğe dalabildiğinizdir. Yoksa Farsça yazılmış Türkçe yazılmış fark etmez. Kelimenin derini ve hatta harflerin derini birer ilimdir alabilene…
Dönem itibariyle o şekilde yazılması gereken eserleri bugünün diliyle karşılaştırmak ne kadar doğrudur? Hitap edilecek olan zümre ne ise o dile gelir, kalemse onu yazar. Şimdi yazılsa Türkçe bir divan ne kadarını gerçekten anlayabiliriz ki? Peki, en önemlisi de Kur’an-ı Kerim’in Arapça oluşu da mı engel anlayışa? Engel olan kara bir kutu içinde kalmış olan zihinlerimizdir. Gömeriz görmek istemediklerimizi ve hatta ahkam keseriz sonraları… Yaşayan ama cansız bir şekle döner dar kalıplar. Evren bu kadar genişken mahkûm kalınır çok bilginin darlığında. Çünkü çok bilginin içinde TEK OLAN BİLGİ yoktur… SEVGİ…
Sevgi yoksa bilginin yerine bilinçsizlik denir. Bilinçsiz bir kişiyse derin uykuda yani koma hâlindedir. O yüzdendir ki uyuyanlar hep hayal görür kendi dünyalarında…
Ve…
Aşk sessiz bir çığlıktır. Kimine göre ise ya yangın ya da bir damla su. Yangın ile başlasa kalem yazmaya hangi dil olsun diye bakar mı hiç? Gönül dili harflerde vücud bulduysa var mıdır hayranlıktan başka çare… İlim aktıysa bir kere köz suya söz verir; “Ab-ı hayat olasın yanan içime, değsen söndürmeyecek sanki daha da güçlendireceksin özümü. Dokun özüme, canım yansa da çığlığım sessiz olsun. Aşkı bilen anlar hâlimi… Aşkı bilmeyen sanır kendini en bilgini…”
Bilgilerin bilinçsizliğinden, tek bir bilince inşallah…