Osmanlı padişahları, ordu ile birlikte sefere gittikleri zaman yanlarında dönemin ileri gelen şeyhleri götürmüşlerdir. Padişahlar şeyhlerden kılıç kuşanmışlar, askere manevi moral vermek ve seferden muzaffer dönebilmek amacıyla dualarına başvurmuşlardır. Ayrıca muhabbet besledikleri bazı şeyhleri de seferlere giderken yanlarında götürmeleri gelenek halini almıştır. Nitekim II. Murad 1422 yılındaki İstanbul kuşatmasında Emir Şemseddin Buhari Hazretleri’nden kılıç kuşanmış, Fatih Sultan Mehmed, Ak Şemseddin ve Akbıyık Hazretleri’nden, Kanuni, Zigetvar seferine gittiğinde yanında Nureddinzâde Şeyh Muslihiddin Efendi’yi götürmüştür. Sultan III. Mehmed, şöhreti İstanbul’a kadar yayılmış olan Şemseddin Sivâsî Hazretleri ile birlikte 1596 yılında Eğri seferine katılmıştır[1].
Osman Türer’in ifade ettiği gibi: “tasavvuf ehli meşhur şeyhler “manevi cihat” adını verdikleri içsel-manevi mücadelenin yanı sıra “cihad-ı sûrî dedikleri, hiç değilse hayatlarında bir kez düşmana karşı cephede savaşmadıkça, “kemal” derecesine ulaşamadıklarını ve dünyada yapmaları gereken cihadın eksik kaldığına inanırlardı.”[2]
İşte bu gibi sebeplerden dolayı Sultan III. Mehmed, Eğri seferine gitmeden evvel Sivas ve havalisinde şöhret bulan Şemseddin Sivâsî Hazretleri’ni Eğri seferine katılması için davet etmiştir. Şemseddin Sivâsî Hazretleri’nin Eğri seferine katılmak isteğini Receb Sivâsî Efendi şu şekilde nakletmiştir:
“Bir gün Hazretî Şems, bu fakiri halvethânelerine davet ve müşavere yolu ile buyurdular ki: “A’da-i Dîn’in serhadlerinde olan muvahhidine kâfirlerin tecavüzleri haddinden fazla zülm ve te’addi olmuştur. İçimde onlara karşı bir gaza etmek arzusu dolaşıyor. Bu yaşa geldim, bu zamana kadar acizâne erkân-ı İslâmı da yerine getirdim, helâl ve haramı ta’lim ettim. Ancak ehl-i küfür ve tuğyân ile cihâd ve gazâ etmek kaldı, onu da yapmak istiyorum” diye buyurduklarında küstahhane eda ile arz-ı merâm edip dedim ki: “Efendim, emir sizindir, lâkin yaşınız çok ilerlemiştir. Mücâhede-i nefs ile de cisminiz çok nahif ve zayıf olmuştur. Hususân Padişahımız’da sefer hazırlıkları yapmış değildir” dedim. Bunun üzerine Hazret-i Şems: “ Bize işaret ve tenbih oldu ki: “Sefer hazırlıklarına başla. Fetih ve zafer senin için kesindir.” Ben de: “Fe-inne leke’l-fetha ve’z-zafere. / Fe-kultü: “İnnî mine’l-müşrikîne veccehtü vechiye li’llezî fetara’semâvâti ve’l-arzi hanîfen…[3]” Ben dahi “Sem’an ve tâaten emriniz baş üzere” deyip sefer hazırlığına başlandı”.
Şemseddin Sivâsî Hazretleri, Eğri Seferi’ne çıkmaya karar verdiği vakitler Sultan III. Mehmed henüz tahta çıkmamıştır. Hazret-i Şems sefer hazırlıklarına çoktan başlamış ve nihayet Sultan tahta çıktığında Sivas’tan sancak-ı şerif alınarak yola çıkmışlardır.
Şemseddin Sivâsî Hazretleri yol hazırlıklarını tamamladıktan sonra İstanbul’dan Hz. Şems’i Eğri seferine davet etmek için kapıcıbaşı eliyle davet mektubu gelir. Mektubu alan Hazret-i Şems hemen İstanbul’a süvar olur. Şeyh Receb Efendi, bu yolculukta kendisine eşlik etmemiştir. Daha sonra seferde Hazret-i Şems’e eşlik eden dervişandan duyduklarını nakletmiştir. Şeyh Receb Efendi:
“Cümle sefer levâzımı hazırlandıktan sonra, mübarek bir günde, azık, zâhire, çadır, pek çok mühimmatla birlikte, develer ve atlar süvâr olundu. Şehir ahalisi duʻâya hazır ve Hz. Azîz’i uğurlamada iken, duʻâ esnasında acele ile Kapıcıbaşı gelip: “Padişah tarafından, sefer teşrif için davetname getirdik” dediğinde, Hazret-i Şems fermânı okuyup: “işittik ve itaat ettik, zaten iki yıldır tedarikteyiz. Bismi’llâh hem’an gidelim” diye el kaldırıp duʻâ buyurduklarında haktan bir inleme ve feryâd ile “Âmin” sesi geldi. Daha sonra menziller kat ederek Üsküdar’a nüzul buyurdular”.
Hazret-i Şems İstanbul’a geldikten sonra Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin üç gün boyunca misafiri olmuştur. Dördüncü gün Padişah tarafından İstanbul’a davet olunur. Padişah Hazret-i Şems’in kendisini davet etmeden evvel sefer hazırlığı içinde olduğunu duyunca çok şaşırdığını dile getirir ve seferin neticesi hakkında bilgi sahibi olduğunu düşünür ve Padişah:
“Azîzim, tarafımızdan Cenabınıza risâlet ile sizi davet eden kapıcıbaşımız, Cenâbınızın hazır ve âmâde bulmuş. Bundan anlaşılan odur ki, bu seferde bize refakat edeceksiniz. Öyle olsa, bu hususa ve seferin sonucuna vakıfsınız. Bizi müjde işaretinizle sevindirip, seferin neticesinden haberdar etmeniz ricamızdır” dediklerinde, Hz. Azîz: “Hadîs-i şerifte: “Efzalü’l-a’mâli ilkâu’s-sürûri fi-kalbi’l-mü’mini”[4] buyruldu. Ma’lûm ola ki, Eğri Kal’asına bir miktar zahmetten sonra, Rahmân’ın rahmeti ile küffâr-ı hâk-sârı hezimet ve perişan edip, ekserini kalt edip, bir kısmının firar ve bir kısmının da âmân dilemesi ile neticelenecektir. Hâtır-ı şerifinizi hoş tutun” müjdesini verdiler”.
Hz. Azîz’in bu kelâmına sevinen şevkatli padişah, kendi üzerindeki samur kürkü Hz. Şems’e giydirdi. Hemen arkasından Kapıcılar Kethüdası Mehmed Ağa eliyle iki yüz sikke altını Hz. Şems’e ve yüz sikke altını da dervîşlere ihda ve irsâl edip buyurdular ki: “bunlar istidane olunmuş helâl malımızdır. Kabul buyursunlar” dedi. Hz. Azîz cevâbında: “Müktezâ-yı şerîf üzere kimseye sû’-i zann etmemeli, belki hüsn-i zann etmeli. Husûsan, teftiş ve tefahhus ile me’mur değiliz. Tarîkatta, her geleni Allâh-ı Te’âlâ’dan gelmiş bilip, hediyeleri ve ihsanları hüsn-i kabul ile kabul edilmelidir. Zirâ azîzlerimizin meşrebi, ne kedd, ne redd, ne celb ne selbdir” buyurmuşlardır[5].
Düşman kuvvetlerinin sayıca fazla olmasına rağmen kazanılan zafer Osmanlı’nın olmuştur. Bu zaferi Şems Hazretleri bizzat padişaha kendi müjdelemiş ve şunları söylemiştir:
“Şeyh Şemseddin Sivâsi Hazretleri zaferi müjdelemek üzere padişahın huzuruna çıktığıda, Padişah: “Ne haber yâ Şeyhü’l-İslâm? deyince, Hz. Şems: “Va’adini yerine getiren, kuluna yardım eden, yalnız kuvvetli tarafı (düşmanı) bozguna uğratan Allah’a hamd olsun” buyurdular. “Ey benim padişahım!” Eğer dinlerseniz birkaç kelime nasihat etmek isterim” deyince, Padişah: “Yâ Şeyhü’l-İslâm ve yâ mürşidü’l-Enâm! buyurun. Hak olan sözü dinlerim” dedi. Şemseddin Sivâsi Hazretleri: “Ey benim padişahım! Yeryüzünde Allah-ı Te’âlâ’nın halifesi olanların kalblerindeki niyetleri, Allah-ı Te’âlânin rızasını kazanmak olup, dayandıkları ve güvendikleri ancak Cenâb-ı Hz. Allah-ı ‘azîmü’ş-şân olması gerekir. Savaşta askerlerin çokluğuna güvenmeyip, kuvvet ve kudret sahibi Mevlâ’ya tevekkül etmek gerekir. Âyeti kerimelerde mealen: “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.”[6]. “Ey iman edenler! Tedbirinizi alin; bölük bölük savaşa çirkin yahut (gerektiğinde) topyekûn savaşın”[7] emredildiği üzere, savaş için gerekli hazırlıklar yapılmalı. Ancak buna güvenmeyip Allah-ı Te’âlâ’ya tevekkül ve itimat etmelidir. Eğer Allah-ı Te’âlâya güvenmeyip askere ve cephaneye güvenilir ise, hezimet, yenilgi zuhur eder. Kalbden Cenab-i Hakk’a tam tevekkül edip, hâlis kalb ile yönelebilirsen, zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü gideren Allah’a hamd olsun”.
Şemseddin Sivâsî Hazretleri zaferin müjdesini vermesinin ardından Sultan III. Mehmed’e nasihatte bulunmuştur:
“Cedd-i âlânız Kostantiniyye fatihinin ismi Sultan Mehmed Han, o vakit feth-i Kostantiniyye’ye azîmet eylediğinde ona fetihte refakat eden Şeyh de Ak Şemseddin idi. Kostantiniyye’nin fethinden sonra Şeyh, Sultan’a:
“Padişah’ım, Cenâb-ı Hak yedi iklimde misli olmayan güzel beldeyi sana bağışladı. Bu nimetin şükrünü nasıl edâ edeceksin biliyor musun? Cuma ve cemaat için büyük camiler, erbâb-ı ilim ve telif için medreseler; muhtaç ve açlar için imaretler, hastalar, yaralılar ve mübtelâlar için hastaneler yapmalı, fukâra ve erbâb-ı mesalih ve ihtiyaca karşı adalet temin etmelisin” dedi. Padişah da kabul etti ve dediklerini yaptı. Şimdi Padişah’ım, senin de adın Sultan Mehmed ve benim ismim de Şemseddin’dir. İsimlerimiz tevaffuk ediyor. Ben de size adil ve ihsan yapmanızı tavsiye ederim” dedim. Kabul ettiler” buyurdular.
Eğri Seferi ve ardından Haçova Meydan Muharebesi’ne (26 Ekim 1596) katılan Şemseddin Sivâsî Hazretleri seferden döndükten bir yıl sonra Rebî’u’l-evvel 1006 yani Kasım 1597 senesinde vefat etmiştir.
[1] Necdet Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf Sufiler Devlet Ulemâ, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul 2007, s. 443.
[2] Osman Türer, Osmanlılarda Tasavvufî Hayat Halvetilik Örneği- Mustafa Nazmî Efendi’nin Hediyyetü’l-İhvân’ı, İnsan Yayınları, İstanbul 2011, s. 65.
[3] En’âm, 6/79: “Şüphesiz ki ben, bir muvahhid olarak, yüzümü o, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a yönelttim. Ben müşriklerden değilim”.
[4] “Âmellerin en faziletlisi, mü’minin kalbine sevinç vermekti.”
[5] Age, s. 370.
[6] Enfâl, 60, 71.
[7] Nisa, 71.