Her insan bu dünyada güzel bir hayat yaşamak ister. Korunaklı, zahmetsiz, keyifli bir hayat. “Sevmek mi güzel, yoksa sevilmek mi?” diye sormak zorunda kalmadan hem sevdiği hem de sevildiği bir hayat…
Kimse fizyo-biyolojik, psiko-sosyolojik ve ekonomik yoksunluklarla ve acılarla dolu bir hayat istemez.
Cennet gibi bir hayat arzusu insanın doğasında var. Zira, dünyada cenneti yaşamak isteği, aslında, ruhun anavatan özleminin nefs aynasında çarpıtılmış halinden başka bir şey değildir.
İnsan dünyaya gelmeden önce, yani ruh ile beden buluşmadan ve bir hayal olarak nefs onlara katılmadan önce insan ruhu ruhlar âleminde idi. Maddenin ötesinde bir cennet hayatı yaşıyordu. Ruh, dünyanın ve nefsin ait olduğu madde ile sınırlı mülk (şehadet) âlemine geldikten sonra aslî vatanı olan o âleme kavuşmanın hasreti ve arzusu ile yaşamaya başladı.
Beş duyu ile algıladığımız, sayılarla ifade edilen ve ölçülebilen nesnelerin bulunduğu dünyanın da yer aldığı mülk âlemine, şehadet âlemi de denilir. Zira on sekiz bin âlemi kuşatan dört âlemden (mülk, melekût, ceberrut, lahut) biri olan mülk âlemi, diğer âlemlerin varlığına şahitlik eder. Bu şahitlik semboller aracılığı ile olur. Şehadet /mülk âleminde, Mutlak Varlığın ve diğer âlemlerdeki varlıkların aslî niteliklerini yansıtan sembolik karşılıkları vardır. Bu yüzden güzel bir manzara gördüğümüzde “Cennet gibi!” deriz. Bir anlamda dünya, cennetin sembolik görünümüdür, cennetin yansıyan hayalidir. Ama dünya cennet değildir.
Cennet gibi bir hayat yaşama isteği ile nefs, insanı oyalar durur. İnsanın zaman zaman içinde duyduğu sebepsiz sıkıntılar, iç daralmaları, her şey yolunda gittiği zamanlarda bile içinde yaşadığı boşluk duygusu ruhun/gönlün yakarışından başka bir şey değildir. Akl-ı selim şöyle söyler:
“Nefsinin isteklerini karşılamak için kendini paralamayı bırak. Onu tatmin edemezsin. Nefsin ihtiyaçları tatmin edildikçe artar. Onun heva ve hevesine kapılıp ruhunu harap etme. Hatırla; Hay’dan geldik Hu’ya döneceğiz. Ölümsüzlük ruha ait. Nefsin boş iddiasına kanma ölümü tadan o olacak. Sen ona haddini bildirmedikçe o sana dünyayı taşıtmaya devam edecek. Çektiğin iç sıkıntıları, yaşadığın sorunlar, gönül sarayını çöplüğe çevirdiğin için ve ben can kuşunu kafese kapattığın için… Gönlünü temizle ki, kafesin kapısı açılsın. Can kuşu özgürce uçsun, anavatanına kavuşsun. Gönül sarayını nefsin isteklerinden, hırslarından temizledikçe sen dünyayı taşımaktan kurtulacaksın, aksine dünya seni taşıyacak”.
Oysa nefs, ruhun sesi duyulmasın diye elinden gelen her şeyi yapar. Bizi geçmiş ve gelecek ile oyalar. Nefsin isteklerine yani dünya beklentilerine ne kadar çok kapılmışsak, can kuşunun seslenişini de o kadar az duyabiliriz. Bazen hiç duyamayız.
Öz-eleştiri nefsin oyunlarını bozan, onun üzerimizdeki hâkimiyetini kıran tek silahımızdır. Namaz gözümüzün nuru, zikr kalbimizin cilasıdır. Hoşgörülü ve paylaşımcı amellerimiz ise yolumuza ışık tutar.
Dünyaya kapılmışsak, ya da kapıldığımız zamanlar, kendimizi oyalacak şeyler bulmaya çalışırız. Kimi zaman hoş ve boş vakitler yaratırız, kimi zaman sorunlara gömülür dertlerimize dert katarız. Aslında bu hâllerin birbirinden farkı yoktur. Nefsin oyunlarından ibarettir. Her ikisi de bizi dünya ahvâli içine hapseder. Zira nefs, can kuşunu kafesten kurtaracak her fırsatı yok etmeye çalışır.
Dünyevî isteklerin son bulması nefs için, kaçmak istediği gerçek ölümden önce ‘ölmeden önce ölmek’ demektir. Ne de vakitsiz bir ölüm!
Bilmenin ötesinde görerek, yani insanın hakikati kendi iç dünyasında müşahede ederek yaşaması, nefsin adım adım ölmesi demektir. Oysa dünya gibi mülk âlemine ait olan nefsin en korktuğu şey de ölümdür. Bir gün ölümü tadacak olsa bile, nefs bu gerçeği hatırlamak istemez. Sonsuza kadar dünya ile dans etmeyi ister. Öyle dans olacaktır ki, tek yıldız olan kendisinin tüm istekleri gerçekleşecektir. Cennet hayatı yaşayacaktır.
İnsanların büyük bir çoğunluğu istediği gibi bir hayat yaşamayı hak ettiğine inanmıştır. Bir mülk reklamında “Siz bunu hak ediyorsunuz” deniliyordu. “Ne yapmış da hak etmiş?” sorusunun cevabı yok! Hayatı kendi istek ve hırsları doğrultusunda kontrol edebileceğine inananlar, dünyanın sınırlarını zorlayacak soru ve cevapları hiç sevmezler.
Onlar, dünyaya insan suretinde gelmiş olmayı hak arsızlığı için yeterli sayarlar. Oysa boş bir hayal ile oyalanmanın karşılığında ellerinde kalan üzüntü, öfke ve kaygıdan başka bir şey değildir. Sürekli vitrin düzenlemeleri yaparak –mış gibi yaşarlar. İşlerin çıkmaza saplandığı zamanlarda da “Ben bu dünyaya niye geldim!” diye isyan ederler. İşin komik tarafı bu sözler, bir cevap bulmak için sorulan bir soru değil; istediği hayatı yaşayamadığı için hesap soran bir itirazdır, hatta bir isyandır.
Cennet gibi bir hayat yaşama arzusunun hakikatini bir nebze olsun hissedenler veya bilenler, kendilerine lütfedilen bu hikmet damlası için ne kadar hamd-ü sena etseler azdır. Zira onlara, dünya hayatını kolaylaştıran bir yolun kapısı açılmıştır.
Bize düşen, niyeti sağlam tutup gayrete devam etmek ve Aşk ile kulluk acziyetinin tadına vararak Allah’a sığınmaktır. O’nun ipini sımsıkı tutmaya çalışmaktır. İlahi rızaya nail olmak için sabr-ı cemil ile yoldaki zorlukları aşmaya çalışan gönül ehlinin yolun tamamlanacağına dair imanı, tamdır. Zira tüm güzelliklerin ve saf sevginin kaynağı olan Allah, ‘bir adım atana on adım atacağını, yürüyerek gelene koşarak gideceğini’ vadetmiştir.
Yeter ki adımlar ve yürüyüş, ihlas ve ihsan ile yapılmaya çalışılsın. En küçük emek bile zayi olmayacaktır. Vaad gerçekleşecektir.
Hayatın ma’nâsını bilenler ve anlamaya çalışanlar cennetin dünyadaki yansımalarına kapılmazlar. Nimetlere şükrederler. Hamdolsun, derler. Karşılaştıkları zorluklara isyan etmeden, sızıldanmadan, kendine acımadan, büyüklenmeden aşmaya çalışırlar. Kişinin yeryüzünde cenneti, ancak kendi iç dünyasında yaşayabileceğini bilirler.
Onların; nefsin peşine takılıp, bireysel heva ve heveslerle ya da toplumsal ütopyalarla oyalanmaya ve kendilerini kandırmaya ne niyeti ne de vakitleri vardır. Onlar, hakikate talibtir.
İman ehli gönül sarayını temiz tutmaya, sarayın gerçek sahibi olan Rabbine yakın olmaya çalışır. O’nun sevgisine lâyık olmak, O’nu hoşnut etmek ve ikilikten birliğe geçebilmek tek gayeleridir.
Gönül sarayında âşık Maşuk ile buluştuğunda ne geçmiş kalır ne gelecek; yaşanan an’lar, cennet olur. Bu kimseler Geylani Hazretlerinin “Onlar ne dünyayı ne de ahireti isterler. Hakkın rızasını isterler. Onlara her ikisi de verilir” diyerek tanımladığı insanlardır.
Onlar dünya ve ahiret ikiliğinden kurtulmuş olanlardır. Tekliği idrak etmenin mükâfatı olarak iki cihan saadetini tadmışlardır. Kolaylıklar kadar zorluklarla, iyilikler kadar kötülüklerle, güzellikler kadar çirkinliklerle dolu dünya hayatında fırtınalara, hatta tusunamilere maruz kaldıkları dönemlerde bile, sığınabilecekleri en emin ve en güzel limanı bulmuşlardır. “Allah’ım seninle senden sana sığınırım” dedikleri an, kendilerini limanda buluverirler.
Rızaya talip olanlar Yunus Emre’nin “Ben derdimin dermanını dertte buldum, dermanım yağma olsun” deyişini, lafta değil, duygu-düşünce birliğinde yaşarlar. Duygu ve düşünce birliğinin yaşandığı an, akıl ve gönlün sarmaş dolaş olduğu andır. Başka aşka ne hacet! O an, zaten Aşk’ın ta kendisidir. Cennette olmanın ta kendisidir.