İnsanlar farklı özelliklere sahiptirler. Cinsiyet, yaş, etnisite; yerleşim yeri, gelir düzeyi, eğitim, meslek, sosyal statü; fiziksel özellikler, kişilik özellikleri; coğrafya, toplum, millet, kültür; dil, din, mezhep; dünya görüşü, ideoloji, siyasi tercih; yaşam tarzı, yaşam felsefesi gibi sayısını giderek arttırabileceğimiz farklı özelliklere göre insanlar çeşitlenir. Gerçeklik ile bağlantı kurmak isteyen zihin bu karmaşık görüntünün ardındaki düzenliliği keşfedebilmek için sınıflandırmalar yapar. Her bir farklı özellik ayrı bir sınıflandırma kriteri olur.
Kategorizasyon/sınıflandırma, bilişsel sürecin yani zihnin işleyişinin doğal özelliklerinden biridir. İnsanları birbirinden farklı kılan özelliklerin her biri, bazen birden fazlası, sınıflandırma kriteri/ölçütü olarak seçilir. Sözgelimi cinsiyet ölçütüne göre, kadın-erkek diye ayırırız. Yaşa göre bebek-çocuk-genç-yetişkin-yaşlı ayırımı yaparız vb… Böylece aynı ayıredici özelliğe/özelliklere sahip olan insanlar, zihinsel bir inşa olarak, aynı kategoride yer alır. Onlar birbirlerini tanımazlar, ama zihnimde aynı sınıfın elemanlarıdır.
Özetle, ayıredici özelliğe veya özelliklere göre yapılan her bir ayırım, aynı zamanda bir sınıflamadır. Zihin bu kategorileştirmeleri kendiliğinden yapar. Aksi takdirde karmaşık gibi görünen gerçekliğin ardındaki düzenliliği ve ilişkileri keşfedemeyiz. Gerçeklik ile doğru ve doyurucu bir ilişki kuramayız.
Yazının başında sıraladığımız ayırdedici özellikler dışsal, yani zahiri özelliklerdir. Bunlar sosyal bilimlerin, ilgi alanlarına göre ağırlık verdikleri sınıflandırma kriterleridir. Oysa gerçeklik sadece beşduyu ile algıladığımız görünüşler, suretler dünyasından ibaret değildir.
Gerçekliğin sayısız boyutları, yani alem içindeki alemler suretler tarafından perdelenmiş, örtülmüş ve saklanmıştır. Sufinin hakikat yolculuğu; akıl-gönül birliğinden yani aşktan beslenen zahiri ve deruni ilim ile bu perdeleri keşfetmekten ve açmaktan ibarettir. Newton fiziğine göre biçimlenen pozitif bilim her şeyin yapı taşının madde olduğunu söylüyordu. Yirminci yüzyılın ilk otuzlarında kuantum fiziği ise, beş duyu ile algıladığımız maddenin bir tür enerji, hem de statik değil hareket veya akış halindeki bir enerji olduğunu gösterdi. Şimdilerde bilim bu enerjinin aynı zamanda bir bilgi akışı olduğunu söylüyor. Giderek gelişen bilim, alemlerin iç içeliğini daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor.
Bilim bizlere, adeta tasavvufun temel referans noktalarından biri olan çokluk-teklik ilişkisini anlatmaya, yani vahdet anlayışının evrende nasıl işlediğini bilimsel dille göstermeye başladı. Şüphesiz akıl-gönül birliğine sahip bir aşk ehlinin bilimsel delillerle inanç tazelemeye ihtiyacı yoktur; ama bilimin hakikati kavramadaki önemi de gözardı edilemez. Orta çağda Türk-İslam medeniyetinin başarısı din ve bilim ahengini kurmuş olması değil midir?
Sosyal bilimlerin zahiri özelliklere göre yaptığı sınıflandırmalar, sufi gelenek için pek de önemli sayılmaz. Tasavvufa göre insanlar tek bir deryanın sayısız damlaları gibidirler. Konuldukları kabın büyüklüğüne, rengine, şekline göre değer kazanmazlar. Zira aslolan kabın içindekinin ne kadar temiz olduğudur, görünürün ardındakidir. İnsan söz konusu olduğunda, gönül ehli için zahiri özelliklerin bir hükmü yoktur; önemli olan, insanın Yaradan ile yaşadığı kalbi ilişkidir, O’na olan yakınlığıdır. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.’nin “Harabat ehlini hor görme zakir, defineye malik nice viraneler var” deyişi bu hakikati anlatır. Bu yüzden sufimeşrep, insanlara sahip oldukları sosyal statü ölçülerine göre değer biçmez, biçemez. Bilir ki, insanı insan yapan sahip olduğu ekonomik ve sosyal vb. özellikler değil; derunundaki gönlüdür. Ancak bu biliş, zahirin küçümsenmesi anlamına da gelmez.
Zahir göz ardı ediliyor, önemsenmiyor değildir. Ancak aslolan gönüldür, Hakk’tır, güzel ahlaktır. Ne var ki, bu şehadet aleminde kuş iki kanatla uçar. Vahdet anlayışı zahir-batın arasındaki dengeyi gözetir. Zira gerçeklik, hem dışsal hem de içsel boyutların iç içeliği şeklinde işler. Sufimeşrep bir zihin için madde ve mana, dinamik bütünün birbirini tamamlayan iki farklı görünümüdür. Olağanüstü ahenkli bir akışın değişen tezahürlerdir. Hz. Mevlana’nın paraya dair söyledikleri, diğer tüm sosyal statü ölçütleri için de geçerlidir: “Para kayığı yüzdüren sudur, kayığın içine girerse batırır”. Mutasavvıflara göre ontolojik/varoluşsal olarak insan, ruh-beden ikiliği değil ruh-nefs-beden iç içeliğidir. Bu kabulden hareketle, insana dair her ne var ise her şeyi ince ayırımları gözeterek analiz etmişler, açık bir şekilde tanımlamışlar ve aralarındaki ilişkileri sergilemişlerdir. Söz gelimi; nefsin diğer halleri gibi kibir, gurur ve izzet-i nefs arasındaki geçişli nüanslar da öyle bir açıklıkla sergilenir ki, insan hayretten hayrete düşer. Nefs mertebeleri de bu ince ayrımlardan, dinamik-bütüncül sınıflandırmalardan biridir. Zan ile ilgili bir ayırım da bizleri diğer ayırımlar gibi nefsimizin oyunlarına karşı uyarır, bilgilendirir ve güçlendirir. Sayısız örnekler verilebilir.
Hem gündelik hayat içindeki zahiri yolumuza hem de iç dünyamızdaki deruni yolumuza ışık tutan bu ayırımları zaman içinde yazılarımızda ele almaya çalışacağız. Ancak şunu da söylemeden geçemeyiz. Kavramsallaştırma adı verilen ‘analiz-sınıflandırma-tanımlama-terimleştirme’ şeklinde işleyen bilişsel sürecin zirvesini tasavvufta görürüz. Bu sürecin sufi zihindeki işleyişi, bilimsel çalışma yapanlar için de metodolojik anlamda aydınlatıcı bir örnektir. Bu bir abartı değildir. Deneyen görür, gören bilir ve bilen de uygular.
İnanç ile olan ilişkiler söz konusu olduğunda, “mümin, kafir, münafık” şeklindeki ana sınıflandırma tasavvufta temel olarak kabul edilmiş, ama daha ince ayırımlar da yapılagelmiştir. Bir kaç örnek verelim:
Yunus Emre çeşitli ayırımlar yapmıştır. “Değil” başlıklı şiirinde kişileri; ‘aşkı idrak etme’ haline göre ‘kara taş, çaylak kuşu ve şahin’ olarak üçe ayırmıştır. “Bu Dünya Meseli” adlı şiirinde ise ‘dünya ile olan ilişkiler’ine göre ‘otlayan davar, düzen kuran cadılar ve yok iken var olanlar’ diye adlandırmış ve dizelerle adeta bir tablo çizmiştir. İlerideki yazılarımızda, bu şiirlerin sadece iç yolculuk için değil, gündelik hayatımız için de bizlere sunduğu sağlam referans çerçevelerini sergilemek niyetindeyiz. Hayırla tamamlanır inşallah.
Gelecek yazıda Abdülkadir Geylani Hz.’nin ‘seçilen nihai hedefe’ göre yaptığı ayırımı, yaşadığımız zaman dilimindeki yansımaları ile birlikte ele almaya çalışacağız. Geylani Hz. “İnsanlar üç kısımdır”, diyor: “Birinci kısım dünyayı ister, onlara ahiret verilmez. İkinci kısım ahireti ister, onlara dünya verilmez. Üçüncü kısım insanlar ise, ne dünyayı ne de ahireti ister. Zira bu ikisi de yaratılmıştır. Onlar yaratılmışları değil Yaradan’ı ister. Yaradan’ın rızasını ister. Onlara her ikisi de verilir”.