Büyük manevi ve mistik heyecanlar evrenseldirler. Bergson’un mistik tecrübe anlayışı Yahudilik ve Katolik anlayışında tüketilemez. Bu yazıda benim yapmaya çabaladığım şey mistik tecrübe anlayışıyla tasavvuf arasındaki benzerliklere dikkat çekmek olacaktır.

Ona göre zekâ ancak maddeye hâkim olabilir, fakat hayat alanında yaya kalır çünkü hayatı anlamak için uygun değildir.  Zekânın ötesinde gerçek manayı yakalayabilmek için sezgiye başvurulur. Sezgiyle, başka bir deyişle ruhun gözüyle görmek tasavvufu tarif ederken yardımını aldığımız kelimelerdir. Tasavvuf zevken bilinen bir ilimdir. İmanın, İslâm’ın ve ihsânın zevken bilinmesidir.  Tasavvuf ilmi, aklın ötesinde bir keşifle ma’rifetullaha ulaştırır. Kalb gözüyle Hakk’ı hisseden ilme’l-yakînden, hakka’l-yakîne ulaşır.

Bergson’a göre; “Tanrı aşktır ve aşkın nesnesidir: Mistisizmin bütün kazanımı budur. Mistik, bu çifte aşkı anlatmayı bir türlü bitiremez. Onun betimlenişi hiçbir zaman sona ermez; çünkü betimlenmesi gereken ifade edilemez. Ama bu anlatım çabası bir şeyi çok açık söyler: Tanrısal aşk yalnızca Tanrısal bir şey değil, Tanrı’nın kendisidir.” Tasavvufta esas olan aşktır. Aşk, Allah’tan kaynaklanır ve yaratıcı olan Allah’a yönelir.  Yalnızca Allah, her şeyi ihâta eden ve ezelî hakîkattir.  Talip aşk-ı hakîkîye mazhar olduğunda esas ve daim olanın O olduğunu idrak eder.

Bireyin açık ahlakı kazanmasında, bir yol göstericiye ihtiyacı olduğunu vurgulayan Bergson, tasavvuftaki mürşid kavramını açıklar nitelikte şu sözleri sarf eder: “İnsanların bir olağanüstü örneği var ki, bunlar kendi davranışları gibi başkalarının davranışlarını da güçlendirmeyi, yüksek haysiyetleriyle erdem ocaklarını şenlendirmesini bilirler. Yaratıcı ve sade kahramanlıklarıyla fazilete yeni yollar açan bu büyük iyilik adamları, metafizik gerçeğin velileridir. Bunlar evrimin doruğuna yükseldikleri gibi, hayatın da kaynaklarına en yakın bulunduklarından, hayattan gelen en kutlu atılımları duyulabilir hale getirirler. Hayatın ilkelerine kadar sezgiyle nüfuz etmek istiyorsak bu büyük adamları dikkatle takip edelim ve duyduklarını biz de içimizde duymaya çalışalım. Dünyanın gizli ateşi nasıl ki volkanların tepesinden fışkırıyorsa, insan ruhunun derinliklerindeki sırlar da ancak ahlak velilerinin eriştikleri zirvelerde tezahür etmektedir.”

Bergson için kılavuzluk o kadar önemlidir ki şu sözleri sarf eder: “Din kurucuları ile ıslahatçıları, mistikler ile azizler, ahlak hayatının rol üstünde rastladığımız ve gözümüzde en büyüklere eşit olan meçhul kahramanları, hepsi karşımızdadır; onların örneğine uyarak, bir fatihler ordusuna katılır gibi peşlerine takılıyoruz. Gerçekten de, fatihlerdir onlar; tabiatın mukavemetini kırmış, insanlığı yeni bir mukadderata yükseltmişlerdir.”

Ahz-ı feyz yani kâmil bir veliden manen yararlanma konusunda tek bir varış noktası ve olabildiğince çeşitli gidiş güzergâhları dikkat çeker.  Bu çeşitlilik, her mürşidde Allah’ın sıfatlarının tecelli etmesinden kaynaklanır. Aynı duygunun her ressamın tuvaline farklı yansıdığı gibi her biri farklı ayak izleri taşır. Talip bu ayak izlerini takip ettikçe deryayı vahdette kaybolmamak için onların insanlığa nasıl kucak açtıklarını daha net görür. Tasavvuftaki bu olguları Bergson şu sözleriyle destekler: “Gerçek mistikler kendilerini kaplayan dalgaya sadece göğüslerini açarlar, kendilerinden emindirler, çünkü kendilerinde kendilerinden daha iyi bir şey duyarlar. Büyük aksiyon (faaliyet) adamları olarak ortaya çıkarlar. Mistikliği yalnız görüş, kendini aşma, kendinden geçme olarak tanıyanları şaşırtır. İçlerinden akan şey, onlar yoluyla başka insanları kazanmak isteyen yukarıdan aşağı bir seldir. Aldıklarını çevrelerine yaymak ihtiyacı duyarlar, çünkü bu bir aşk hamlesidir. Bu öyle bir aşktır ki, her birinin şahsi damgasını taşır. Öyle bir aşk ki, her birinde insan hayatının musikisinin tonunu başka bir tona çevirecek güçte yeni bir heyecan vardır. Öyle bir aşk ki, her biri kendisi için sevilir ve onunla, onun yüzünden, başka insan ruhlarını insanlığın aşkına açarlar.”

Mürşidin haliyle hallenmek, onun boyasıyla boyanmak tasavvufta fenâfişşeyh kavramıyla karşımıza çıkar. Müridin, kâmil mürşid olan hocasının arzu ve isteklerine tabi olması, iradesini onun eline bırakması anlamına gelir. Aynu’l-âlem olan mürşidin rengiyle boyanmak Bergson’un şu örneğiyle ilişkilendirebilir: Mesela, musiki heyecanında böyle olur. Dinlerken musikinin bize telkin ettiğinden başka bir şey istemeyiz. Sanırız ki, dinlerken hareketten kesilip sükûnette olmasaydık tabiî ve zarurî olarak böyle hareket ederdik. Musiki her anda neyi ifade ederse, biz oyuz; neşe, hüzün, merhamet, sempati. Yalnız biz değil birçokları da, hatta bütün başkaları da böyledir. Musuki ağlarken, onunla birlikte bütün insanlık, bütün tabiat ağlar. Geçekte o, duyguları bize değil, bizi duygulara verir. Burada biz, yoldan geçerken dansa sürüklenen yolculara benzeriz. Ahlakta da, mürşitler böyle hareket ederler. Onların gözünde hayatın, tıpkı yeni bir senfoninin verdiği rezonansları gibi şüphe götürmez rezonansları vardır. Bizi kendileriyle birlikte bu musikiye sokarlar, bizde sonra onu hareket halinde dışa vururuz.

Tasavvufta feyz almak isteyen kişi feyz verecek olan zatın ruhaniyetinin tasarrufu altına girer. Rabıta olarak karşımıza çıkan bu olgu, müridin zihni planda, tefekkür ve muhayyile gücünü kullanarak mürşidiyle beraberlik halinde olmasını ifade eder. Ruhi terbiye için, bu mana beraberliğine ihtiyaç olduğu kaydedilir. Sevenle sevilenin bir olması manasını taşıyan rabıta Bergson’da kendini şu kelimelerde gösterir: “…bir şahsın taklidiyle kazanılır, hatta onunla ruhi, manevi bir birleşme, az çok tam bir kaynaşma elde edilir.”

Bergson’un mistik anlayışını tasavvufla bağdaştırabileceğimiz bir diğer görüşü de şudur: “Onların dilini dinleyelim; dilleri, açılan bir ruhun hususi heyecanını tasavvurla ifade etmekten başka bir şey yapmaz, bu ruh kendisini, hem kendinde hem de sitede, hapseden tabiatla bağını kesmiştir.

Bunlar ilkin duyduklarının bir kurtuluş duygusu olduğunu söylüyorlar. Refah, zevk, servet, bayağı insanları tutan her şey onları ilgisiz bırakıyor. Bunlardan kurtulunca kendilerinde ilk önce bir hafiflik sonra neşe, şevk duyarlar.  Bu ifadeler tasavvuftaki fakr ve zühd kavramını destekler niteliktedir. Tasavvufî ıstılah olarak zühd, dünyadan yüz çevirmek, nefsi mâsivâya olan meyil ve sevgiden alıkoymak, hırslı ihtiraslı, çıkarcı, menfaatperest, bencil, tûl-i emel sahibi, muhteris olmamak, günâha, harama ve insanı Hakk’tan uzaklaştırmaya vesile olacak her şeye rağbetsizliktir. Nefsin safında insana tahakküm eden maddeyi, ruhunun tasarrufuna geçirme ameliyesi, gönül hânesi ağyârdan temizleyip Allah sevgisi ile dolmasını sağlayan bir kalp aktivitesidir.

Bergson’a göre tam ve mükemmel ahlakta bir çağırma vardır. Yalnız büyük bir ahlak şahsiyetinin karşısında bulunmuş olanlar bu çağırmanın mahiyetini tam olarak bilirler.  Tasavvuf bir hâldir. Ancak bunu nasibi olanlar, tadanlar bilir. Kâl ile değil hâl ile yaşayanlar aradaki farkı ayırt edebilir.

Kul, nefis meşguliyetinden sıyrıldığı vakit sırf Allah’a giden yola girmiş olur. Artık o, bütün dikkatini Cenâb-ı Allah’a yöneltmiş olup diğer engeller onu oyalayamaz.  Bergson felsefesinde bu durum şöyle yansımasını bulur: “Hakikat şu ki, burada aşka varmak için kahramanlıktan geçmek gerekir. Kahramanlık da öğütle öğrenilmez, o ancak kendini gösterir; yalnız varlığı başka insanları harekete geçirebilir. Çünkü kendisi de harekete dönüştür ve yaratma fiiline yakın – her heyecan gibi başkalarına geçen – bir heyecandan çıkar. Din bu hakikati kendi tarzında ifade eder, başka insanları Tanrı’da seviyoruz der. Büyük mistiklerde ruhlarından Tanrı’ya giden, Tanrı’dan insan soyuna inen bir akıntı duyduklarını söylerler.

Bu şekilde kurtulan ruha maddi engellerden söz etmeye kalkmayınız. O buna, engeli dolanmak yahut da zorlamak gerekir diye karşılık vermeyecektir. Sadece, engel yoktur diyecektir. Onun ahlak imanı dağları yerinden oynatır denemez. Çünkü ona göre, yerinden oynatacak bir dağ yoktur.”

Bergson felsefesinde yer alan mistik tecrübe bize İslâmiyet’teki tasavvuf ilminin kapılarını aralar. Aşikâr olan çağrışımlar tasavvufun felsefeden, felsefenin tasavvuftan beslenebileceğini gözler önüne serer.

Felsefe kendine kendine kapalı bir bağımlılık içinde olamaz. Kendisi olmak bakımından, kendisinin dışında sayılabilecek birtakım bilgi ve olgu, biliş ve oluş ortamlarıyla ilişki halinde olması onun için gereklidir. Felsefeci ruhî tatmini de kendi içinde bulabilir diyorsak, o zaman felsefeyi sadece düşünülen değil, fakat yaşanılan bir pozisyonun içine de koymak mecburiyetindeyiz. Böylesi bir felsefe, bir hakikat yolcusu olarak yaşanan, içinde hakikat arayışlarıyla bütünleşilen bir felsefe haline gelir. Buda onu, tasavvufla yeniden bir izdivaca, yeniden bir birlikteliğe, yeniden bir iletim içinde olmaya götürür.

 

Kaynaklar

Bayraktar, Levent, “Psikoloji Felsefe ve Metafizik Kavşağında Benlik ya da Bergson’un İnsan Felsefesine Bir Giriş Denemesi”, Başka Psikoloji ve Düşünce Dergisi, S.7, 2011, s. 180-196.

Bayraktar, Levent, Bergson’da Ruh-Beden İlişkisi, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2010.

Bergson, Ahlâk ve Dinin İki Kaynağı, Çev. Mehmet Karasan, Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 1962.

Bergson, Henri, Ahlâkın ve Dinin İki Kaynağı, Çev. M. Mukadder Yakupoğlu, Doğu Batı Yayınları, İstanbul, 2013.

Göktaş, Vahit, “Mevlânâ Halid-i Bağdâdî’nin “Risaletü fî Tahkîki’r-Rabıta” Adlı Eseri ve Rabıta ile İlgili Görüşleri”, Tasavvuf Yazıları, 2014, s. 331-345.

Gürsoy, Kenan, “Birleyerek Oluşmak ‘Felsefe ve Tasavvuf Üzerine Konuşmalar’”, Aktif Düşünce Yayınları, Ankara, 2013.

İz, Mahir, Tasavvuf Mâhiyeti, Büyükleri ve Tarikatlar, Haz. M. Ertuğrul Düzdağ, Kitabevi, İstanbul, 2012.

Yorumlar

  • (not be published)